0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
44
Okunma
Türkçeyi kılıç gibi keskin ve düzgün kullanmaya çalışıyordu. Bu dilde olağanüstü bir güzellik görüyor, onu kurallarına uygun kullanmaktan, güzel konuşanları dinlemekten, güzel yazanları okumaktan tarif edilemez, gizemli bir haz duyuyordu.
Tarih öğretmenliğinden emekli Balamir Barhan, kendisi de bir kalem erbabıydı. Anadilini doğru, güzel, akıcı yazmak, onda bir tutku halindeydi. Bunun için yazım kılavuzu, Türkçe sözlükler, deyimler sözlüğü hatta kocaman bir “Osmanlıca Lügat” daima elinin altındaydı. Ayrıca, güzel ve akıcı yazmak için en doğru başvuru kaynakları olarak Türk Edebiyatı’nın zirve yazar ve şairlerini görüyordu. Onların yazım şekillerine, ifade tarzlarına, noktalama işaretlerini kullanımlarına son derece dikkat ediyor, eserlerinden uzun parçaları, satır satır defterine geçiriyordu.
Anadilini bozanlar, yamuk-yumuk konuşanlar, hoyratça yazanlar tüylerini diken diken ediyor, yanlış kullanımlar kulağını ve beynini tırmalıyor, bunlara tahammül edemiyordu.
Her sabah aynanın karşısında tıraşını olurken, Balamir endişeyle, “Bugün bakalım, hangi allame yazarlar, çok seyredilen kanallar, sosyal medyanın şöhretleri ne çamlar devirecek, Türkçenin kanına nasıl girecek? Dilimi, kimler, nasıl dilim dilim doğrayacak?” diye kendi kendine konuşarak güne başlardı.
Onun sesini duyan, kendisinden on yaş küçük, iş insanı olan kardeşi Görkbörü,
- Günaydın abi. Sabah sabah derdini aynaya mı döküyorsun?
- Nereye dökeyim? Derdimi kimseye anlatamıyorum?
- Bırak abi ya, kafayı yiyeceksin!
Anneleri Umay Hanım mutfaktan seslendi:
- Hadi, çay hazır!
Türk ve Türkçe başka başka yönlere gidiyordu.
Balamir dil merdiveninde yukarı doğru tırmanmaya çabalarken, televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve bazı çok ünlü köşe yazarları aynı merdivenden aşağı doğru kayıyordu. Hem de elleri ceplerinde, ıslık çalarak.
O Türkçeyi her geçen gün biraz daha düzgün ve güzel kullanmaya çalışırken, basının, medyanın ve sosyal medyanın Türkçesi gittikçe bozuluyor, yozlaşıyordu. En çok seyredilen kanalların sunucu ve konuşmacıları, en çok satan gazetelerin tecrübeli, “duayen” yazarları feci yanlışlar yapıyordu. Bu fırtınanın en zararlı, en tehlikeli tarafı, yanlış kullanımların hızla yayılmasıydı.
Meselâ, “terfi etmek”, ülke sathında en çok satılan gazetenin yazarı Sedat Ergin’in ağzında, “terfi almak” şekline giriyor, Ergin yazı ve TV programlarında yanlışında ısrar ediyor, bu yanlış kitlelere, dalga dalga yayılıyordu. Balamir, bunun yanlış, doğrusunun “terfi etmek” olduğunu söylüyor ama kimse inanmıyordu.
- Yani, koskoca Hürriyet yazarı yanlış, sen doğrusun öyle mi? diye kendisiyle alay ediliyor, çevresi tarafından gülünç bulunuyordu.
Bunun gibi daha pek çok yanlış kullanım ve yoz sokak ağzı ekranlardan başta “aydınlar”, bütün halka, kurumlara, hanelere yayılıyor, yazı, konuşma, TV programları çekilmez, seyredilemez bir hale geliyordu
2009-2010 Ergenekon-Balyoz davaları dönemi:
Subaylar, generaller, aydınlar yargılanıyor. Hürriyet yazarı Sedat Ergin, her akşam çok seyredilen kanallarda konuk, neredeyse “bilirkişi” konumunda… Mevzu askerlik olunca tabii terfiler daima gündemde ve Ergin sürekli olarak,
- O terfi aldı.
- Bu terfi alamadı.
- Terfi alırlar, terfi alamazlar gibi bilgiler veriyor, yorumlar yapıyor.
O böyle konuştukça Balamir kahroluyor. Ruhu, zihni örseleniyordu. Ben mi yanlış biliyorum acaba diye tekrar tekrar Türkçe sözlüklere, yazım kılavuzlarına bakıyordu. Hayır. Hepsi,
- Terfi etmek, terfi etti, terfi edemedi şeklinde yazıyordu.
Yazıyor ama onlara kim bakacak? Onlarla kim ilgilenecekti?
Ülkenin en büyük gazetesinin, en kıdemli yazarı söylüyorsa, hele hele ısrarla, her akşam söylüyorsa, sütununda tekrarlıyorsa, şüpheye mahal var mıydı?
Yanlış kullanımı, hiç sorgulamadan doğru kabul eden milyonların dili değişiyor, yozlaşıyordu.
Balamir, üç-beş yüz okurunun takip ettiği haber sitelerinde, bloglarda, sosyal medyada Ergin’i eleştiren, tamlamanın doğrusunun, “terfi almak” değil, “terfi etmek” olduğunu anlatan bir yazı yayımladı. Terfi meselesini yakından bilen asker ve polis okurlarından destek geldi ama büyük çoğunluk şüpheyle yaklaştı!
“Ne yani?” diyorlardı;
- Koskoca Hürriyet yazarı yanlış da sen mi doğrusun?
Bir süre sonra sosyal medyada şu tür paylaşımlar yaygınlaştı:
- Bugün terfi aldım arkadaşlar!
- Kanka terfi almak çok kolay, çok ucuz yaa!
- Hocam terfi almanın püf noktaları nedir?
Balamir’in yüreğine bir bıçak saplandı.
O bıçak “değil mi”nin “diilmi”ye dönüşmesi,
- Ve de…
- Tabi ki de…
- Hele ki...
- Eğer ki…
- Elbette ki…
- Geldik ki…
- Aldık ki…
- Maalesef ki …
- Yaparaktan, ederekten, tekrardan gibi feci yanlışların yaygın kullanımlarıyla daha da derine girdi.
Balamir ağlıyor muydu, yoksa yanaklarından süzülen Türkçenin gözyaşları mıydı, kimse emin olamadı.
Balamir çevresine durumu sükûnetle anlattıkça;
Cevap hep aynıydı:
- Yani şimdi… Koskoca yazar yanlış biliyor, sen mi doğru biliyorsun?”
Sadece “koskoca” kelimesinin bile böyle bir tartışmaya alet edilmesine ayrıca içerledi. Sanki yanlış bilgi büyüklüğün, şöhretin hakkıydı.
Zamanla Balamir Türkçe kullanımı konusunda aşırı duyarlı bir hale geldi. Farkına varmadan, elinde olmadan Dil Polisi oldu. Yanlış duyduğu her cümlede sirenleri çalıyordu:
- Hazirandan eylüle kadar olan süreçte…
- Süreçte değil sürede.
- Şöyle bir atmosfer oluştu…
- Atmosfer değil, hava! Niye cümleye Fransız havası katıyorsun?
- Sorularınızı cevaplamak adına buradayız.
- Adına değil, için. Sorularınızı cevaplamak için buradayız.
En yakınları bile bıkmıştı:
- Yahu Balamir, insanları düzeltmezsen ölür müsün?”
- Evet ölürüm, benim ölmem bir şey değil, Türkçe ölüyor!
Bu cevaptan sonra çevresi sessizliğe büründü.
Yazı, konuşma, medya ve sosyal medya dili öyle çığırından çıkmıştı ki artık kural-kaide kalmamıştı.
Bir yandan noktalama işaretleri emekliye ayrılmış, öte yandan, bağlaçların önüne veya arkasına virgül koyma moda olmuş,
Devrik cümleler yağmur gibi yağmış,
“Bilmiyorum” yerine “bildiğimi sanmıyorum ama kesin böyledir”ler türemişti.
2022 yılında, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Sosyoloji Bölümüne kaydolmuştu. Bir akşam, internet aracılığıyla yapılan canlı ders esnasında, soru-cevap çalışması yapılıyordu. Doktor unvanlı kadın hoca soruyu sordu. Cevap tercihleri arasında, A şıkkında,
- Terfi almak istiyorum, şeklinde bir seçenek vardı!
Balamir onu görünce gözlerine inanamadı, büyük bir hayal kırıklığına uğradı, moral olarak çöktü.
- Demek artık üniversite kalesi bile düştü, diye mırıldandı.
Bunu düzeltmek için defalarca başvuruda bulundu. Balamir’i anlamak, dinlemek dahi istemiyorlardı. Kimse sorumluluk almıyor, boyuna topu taca atıyorlardı.
Bir gün, uzun süredir görmediği, kırk yaşlarındaki bir yakınıyla çay içiyorlardı. Sohbet esnasında yakını;
- Geçen ay terfi aldım, dedi.
Başlamir’in canı fena halde sıkıldı, göğsü sıkıştı. Umutsuzluk, öfke ve hüzünle gözlerini yakınının gözlerine dikti, kara mizah damarı kabardı;
- Kaça aldın? 250 gram da bana alsana!
Yakını şaşkınlıkla bakakaldı. O günden sonra bir daha buluşmak istemedi.
Balamir, Türkçenin geldiği noktayı tahammül edilmez buluyor fakat bu durumdan, kendisinden başka şikayetçi yokmuş gibi görünüyordu. Sanki kimse yozlaşmanın bilincinde değildi. Türkçenin büyüleyici güzelliğinin duyarsız ellerde, ağızlarda çirkinleştirildiğini fark eden yoktu.
Dayanamadığı yanlışları düzeltmeye kalkınca; kötü, sorunlu, huysuz, ukala birine dönüşüyor, çevresi hızla tenhalaşıyordu. Bir toplantıya, etkinliğe onun da katılacağı biliniyorsa, arkadaşları, “Ne konuşacaksanız, Balamir gelmeden konuşun, sonra her yanlışı düzeltiyor” diye birbirini uyarıyordu.
Televizyonu açmaya korkuyordu. Haberleri, haber programlarını, dizileri izlemeyi çoktan bırakmıştı. Ekonomi haberlerini, sesi kısıp, sadece rakamlara bakarak seyrediyordu. Spor programlarını ve maçları da ancak kanalın sesi kısılmış olarak seyredebiliyordu. Dildeki yozlaşma her alandaydı. Sunucuların, muhabirlerin, uzmanların dili akıl-mantık almaz, akla durgunluk verecek derecede bozulmuştu.
Feci yozlaşmadan kaçınamıyordu. Her gün, her ortamda, ekranlarda, sayfalarda, çarşıda, pazarda, alışverişte, en yakın dostlarıyla sohbette… Bozulma her an, her yerdeydi! Bu feci yozlaşma dalgası Balamir’i gittikçe bunaltıyordu. Bunalımdan kaçabileceği tek sığınak vardı: Eski ustaların sinesi… Onların ölümsüz eserleri… Türkçenin olağanüstü güzelliğini ortaya koyan, okurken büyülendiği, onu büyülü âlemlere götüren, Türkçenin güzelliğine sevdalandıran yazarlar, şairler…
O üstatların eserlerini eline alınca içi huzurla dolar, ferahlar, göğsü taptaze bir oksijenle şişer, bütün vücudu zevkle ürperir, zihninin, ruhunun bayram ettiğini hissederdi.
Balamir derinden bir iç geçirdi:
“Ustaların cümleleri şelale gibi akıyor…
Zamane yazarlarının cümleleri bozuk musluk gibi tıp tıp damlarken insanın sinirlerini bozuyor. Bozuk musluğu kapatmaya kalkınca, daha fazla bozulurcasına, sinir edici damlalar sel oluyor. İnsanı boğuyor.”
Anadilini savunma, Türkçenin güzelliğini ortaya çıkarma, inadına güzel konuşma ve yazma çabalarıyla geçen yıllar sonunda, Balamir bir gün Gökbörü’ye;
- Sanırım, bu ülkede, Türkçeye en saygılı… Onun değerini en iyi bilen… Türkçeyi en doğru kullanan kişiyim.” dedi.
Gökbörü, abisinin Türkçe hassasiyetini, anadilini doğru kullandığını, güzel yazdığını kabul ediyordu. Kendisi de bunu abisine sık sık söylerdi. Fakat yine de şaşırdı:
- Seksen beş milyonluk ülkede, “en iyi” olduğunu söylemek, fazla iddialı değil mi? bu biraz böbürlenmek, büyüklenmek olmuyor mu?
- Valla kardeşim, böyle düşünmenin büyüklenmek, kendini beğenmek gibi olacağını ben de düşündüm. Koca memlekette mutlaka Türkçe duyarlılığı benden daha fazla olan, dilimizi benden daha güzel kullanan kişiler vardır. Kendimi gündemde olanlarla, güncel yazarlarla, sunucularla, sanatçılarla, yorumcularla kıyaslıyorum. Bunlar içinde Türkçeyi benden daha doğru kullanan, anadilimize benden daha fazla sahip çıkan, onun için titizlenen birini göster, bütün sözlerimi geri alayım.
Gökbörü düşündü. Çok beğendiği, takip ettiği yazarlar, seyrettiği diziler vardı.
- Şimdi aklıma gelmiyor, dedi.
Umay Hanım, günün büyük bölümünü televizyon seyretmekle geçirirdi. Gündüz programları, haberler, tartışmalar, dinî kanallar, diziler… Vs.
Bir akşam Balamir’le birlikte oturuyorlar, Umay Hanım elinde kumanda, kanalları geziyordu. Düzinelerce kanalı gezdikten sonra, Kemal Sunal’ın filmini veren kanalda durdu.
- Şunu seyredelim bari! Balamir çok şaşırdı. Umay Hanım devam etti:
- Televizyonlarda hiçbir şey yok, dedi.
- Doğru, ne varsa eskilerde var.
- Şimdi, kimse böyle filmler çekemiyor, eskiler gibi yapamıyor, dedi.
Filmi seyretmeye başladılar. Mizah gereği yapılan abartmalar dışında, filmin Türkçesi şahaneydi. Köylüler, ağalar, eşkiyalar, esnaf, kadınlar Türkçeyi tam kurallarına göre; doğru, düzgün konuşuyorlardı.
Bu yarın asırlık bir Anadolu filmiydi. Yozlaşma öncesi dönemlerin yadigarıydı. Balamir mutlulukla fark etti; o yıllardan günümüze ulaşan ve artık yaşlanan Anadolu insanı hâlâ o günün güzel Türkçesiyle konuşuyordu. Bozulma medyada, medyacılarda ve onlardan etkilenen gençlerdeydi.
Balamir, annesinin diline daha fazla dikkat etmeye başladı. Eskiden, çok konuştuğundan şikâyet ettiği Umay Hanım’ı, şimdi kendisi konuşmaya teşvik ediyordu.
Günler ve geceler boyu, en bozuk Türkçeyle yayın yapan kadın programlarını, haberleri, tartışmaları seyreden Umay Hanım’ın dilinde zerrece bozulma yoktu. Balamir onu uzun uzun konuşturuyordu. Annesi iç Ege şivesiyle ama arı-duru bir Türkçeyle, çok zengin bir kelime haznesiyle, açık seçik, teklemeden, oldukça akıcı bir biçimde kendini ifade ediyor, meramını anlatıyordu. Konuşmasına,
- Kul azdı, Hak yazdı,
Her akıl bir olsa, sığıra çoban bulunmaz,
O (kadın/adam) bir atçalık gibi pek yaygın olmayan, kimisi kafiyeli deyişler katıyor, sözleri daha akılda kalıcı, ibret verici, neredeyse bilgece bir sanat eseri haline geliyordu.
Demek, süreç/ ve de/ tabi ki de/ adına/ eğer ki/ hele ki/ maalesef ki/ tekrardan/ yaparaktan/ ederekten …ve bunlar gibi yoz, gecekondu, ucube sokak ağzını kullanmadan da konuşmak mümkündü. Umay Hanım, gün boyu izlediği bozuk dilden, yozlaşmış sunum ve konuşmalardan hiç etkilenmiyordu.
Kaynak Balamir’in yanındaydı, yanı başındaydı. Annesiydi. Boşuna, “anadil”, “anadili” demiyorlardı. Anadili, annesinin arı-duru dili, zengin Türkçesiydi. Anadolu Türkçesiydi. İstanbul Türkçesi bozulurken Anadolu Türkçesi kaya gibi ayaktaydı.
Bunu fark edince Balamir’in içi cesaretle doldu. Hayır, kesinlikle yalnız değildi. Türkçenin yozlaşmasına karşı mücadelesinde bütün Anadolu yanındaydı. Daha doğrusu, o, asil Anadolu’nun bir ferdi, bir neferiydi. Kendisiyle birlikte bütün Anadolu yozlaşmayla mücadele ediyordu. Bütün Anadolu’nun gücünü içinde, kaslarında, beyin hücrelerinde, damarlarında hissetti. Nefsinde yenilmez, yok edilemez bir kuvvet buldu. Ümitle, cesaretle, moralle doldu. Bütün dünyaya meydan okurcasına haykırdı:
- Türkçe benim. Ben Türkçenin ta kendisiyim. Anadolu’yum, ana doluyum. Yenilemez, yok edilemez Anadolu!
Akşam, Gökbörü işten dönünce, Balamir, bir müjde verecekmiş gibi onu sevinçle kapıda karşıladı.
- Gökkbörü, Ben Türkçeyi annem kadar, bir Anadolu insanı kadar iyi kullanıyorum. Benim yozlaşan entellerden üstünlüğüm annemin Türkçesi kadar. Ben büyüklenmiyorum. Anadolu insanının Türkçesinin büyük gözükmesi, yozlaşanların küçüklüğünden dolayı. Bizimki normal ama bozulanlarla kıyaslanınca en iyi, en doğru, en güzel Türkçe oluyor.
Gökbörü güldü;
- Bu önemli bir tespit, bak bu benim de dikkatimden kaçmış, dedi.
Yemeklerini neşeyle yediler.
*
O gece rüyasında Atatürk’ü gördü. Ankara kalesinin burçlarında bir güneş gibi parlıyor, bütün yurdu aydınlatıyordu. Sanki,
- Geldikleri gibi giderler, diyordu.
Balamir heyecandan, sevinçten titriyordu. Koşarak Atatürk’ün önüne geldi. Beş adım kala durdu. Çakı gibi bir selâm verdi. Atatürk, Balamir’in elini sımsıkı sıktı. Alnından öptü.
- Endişelenme çocuk, dedi. Anadolu insanında bu sağduyu, şuuraltına işlemiş bu Türkçe sevdası, bu Anadolu bilgeliği, sende de bu Türkçe duyarlılığı, anadilini korumak için gösterdiğin bu çaba, azim ve kararlılık varken hiç korkma. Geldikleri gibi giderler!
Uyandı. Atatürk hakikati ve başarı yolunu göstermişti. Bu bir Kurtuluş Savaşı’ydı. Bütün kaleleri zapt edilen, bütün tersanelerine girilen, bütün orduları dağıtılan Türkçenin kurtuluş savaşı. Enteller, ünlüler, tatlı su balıkları teslim olmuş, İstanbul Türkçesi yozlaşmış fakat Anadolu direniyordu. Direnecek ve mutlaka kazanacak, Türkçeyi kurtaracaktı.