1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
80
Okunma

Bir adı vardı, sadece bir isim: Neda. Sivas’ın bir köyünde, taşın ve toprağın sessizliğinde filizlenen bir isimdi. Ancak bu isim, doğumuyla üzerine giydirilen bir yoksulluk giysisinden, bir kimlik kartındaki silik mürekkepten fazlasını ifade etmedi hiçbir zaman. Köy, onun okuma hayallerini gömdüğü ıslak bir mezar toprağıydı.
Neda, kaderinden kaçabileceğini sandı. Oysa bilmezdi ki, taşrada kader, bir duvardan kaçıp diğerine çarpmaktan ibaretti. Görücü usulü evlilik, onu önce Kayseri’nin bir gecekondu mahallesine sürükledi. Köyün cehaleti, şehrin kenar mahallelerinde biriken dumanlı bir şiddete dönüştü. O, on dokuz yaşının eşiğinde, kocasının evine gelin olarak değil, hasta bir kayınvalidenin nöbetçi hizmetçisi olarak gönderilmişti. Evlilik, bir gönül birliği değil, ağır bir zimmetti. Kayınvalidenin öfkesi, dayısının ağır eli ve hakaretin zehirli diliyle birleşerek Neda’nın bedenine damgalar vurdu.
Coğrafya Değişti, Travma Kalıcı Oldu
Aradan altı yıl geçti. Sivas’tan Kayseri’ye savrulan bu zoraki hayat, bu kez Antalya’nın sıcak nemine taşındı. İnsan, yeni bir şehir, yeni bir deniz kenarı demek; yeni bir başlangıç, yeni bir nefes demektir diye düşündü. Fakat Neda, acı bir gerçeği kısa sürede anladı: Coğrafya değişebilir, ama travma kalıcıdır.
Ne o hasta kayınvalide bu fırtınalı hayatı terk edip vefat etti, ne de kocasının ve ailesinin uyguladığı şiddet ve baskı bitti. Antalya’nın o parlak güneşi, Neda’nın ruhundaki karanlık gölgeyi aydınlatmaya yetmedi. O artık, sadece Kayseri’nin değil, Antalya’nın da gecekondu mahallesinde hapsolmuş bir mahkûmuydu.
Neda’nın İyileştiremediği İki Hayat
Neda’nın hikayesinin en dokunaklı, en trajik yanı şuydu: O, bir nevi şifacıydı. Kendisine uygulanan onca zulme rağmen, bütün enerjisini ve sevgisini etrafındaki hastalıkları tedavi etmeye adadı. Hasta kayınvalidesine baktı, evin düzenini kurmaya çalıştı, hayatın akışındaki her aksaklığı onarmak için mücadele etti.
O, bütün hayatları onardı, yaraları sardı; ama ironik bir şekilde, en çok ihtiyacı olan iki kişiyi iyileştiremedi:
Kocası Hüseyin: Sanayide yetişmiş, kahvehane dumanına sıkışıp kalmış, ağzı küfürlü, sorumsuz ve hödük bir adam. Hüseyin, sadece bir eş değil, korkaklığın ve cehaletin kronik bir hastalığıydı. Neda’nın saf sevgisi, ona şefkatle yaklaşımı, Hüseyin’in o iri yarı, gevşek ve zorba karakterindeki paslanmış kilitleri açamadı. O, ailesinden korkmaya ve kahveden çıkmamaya devam etti.
Kendi Huzuru: Neda, herkesin ilacıyken, kendi ruhunun ilacını bulamadı. Etrafına saçtığı onca şifa, kendi içine dönünce sönük bir mum ışığına dönüştü. Okuma hayallerini, gençliğini ve huzurunu, Sivas’ın o soğuk toprağında bırakmış, Kayseri’nin kasvetine hapsetmiş, Antalya’nın parlaklığı altında kaybetmişti.
Neda’nın hikayesi, bize şunu fısıldıyor: Bazen, en iyi doktor bile kendi hastalığına çare bulamaz. Ve bazen, bir insanın ruhunu iyileştirmek için sevgi ve emek yetmez; sistemin ve cehaletin yarattığı kronikleşmiş kötülüğün cerrahi bir müdahaleyle sökülüp atılması gerekir.
Neda’nın gözlerindeki o sönmüş ışık, hâlâ adalet arayan sessiz bir ağıt olarak yankılanmaya devam ediyor.
5.0
100% (1)