2
Yorum
10
Beğeni
0,0
Puan
133
Okunma

Düşündüm de…
Niye, neden ve nasıl diye sordum defalarca kendime ve sonrasında dönüp baktım etrafıma, olup bitenlere bir anlam vermeye çalıştım. Ne kadar çabalasam da olmadı. O anlamsızlık, öylece boşlukta asılı kaldı. Sanki herkes biliyor ama kimse görmek istemiyor gibiydi.
Aslında, neden bu halde olduğumuzu anlamak o kadar da zor değil. Fakat nedense, herkes cevabı başka yerlerde arıyor. Oysa soru hep aynı: Neden bu haldeyiz?
Ve bu soru, zihnimin bir köşesinde sürekli yankılanıp duruyor.
İnsanlar, demokratik olduğunu düşündükleri seçimleri yaparken, geleceklerini daha iyi koşullara taşımak umuduyla sandığa giderler. Oy verirken dertleri yalnızca kendileri değildir; ülkelerinin, çocuklarının, toplumun daha aydınlık bir geleceğe ulaşmasıdır. Eğitimde, ekonomide, sosyal yaşamda daha iyi bir hayat istemek, her yurttaşın en doğal hakkıdır. Çünkü insanlar, seçtiklerinin ülkeyi adilce yönetmesini, yaşam kalitesini yükseltmesini, refahı artırmasını bekler. Bundan daha doğal ne olabilir ki?
Ne var ki gelinen noktada gerçek bambaşka bir tablo çiziyor.
Yönetim makamları, halkın hizmeti için değil; lüks, ihtişam ve kişisel çıkar için bir araç haline geliyor. Mevki ve makamlar artık birer görev değil, birer ayrıcalık kapısı gibi görülüyor.
Bakın, milletvekilleri iki yıl görev yapıp emeklilik hakkı kazanıyor. Ardından bir “çift maaş” dönemi başlıyor. Ama bu da yetmiyor; sağlık giderleri, harcırahlar, araçlar, şoförler, korumalar… Saymakla bitmeyen ayrıcalıklar zinciri.
Bütün bunları topladığınızda, ortaya çıkan tablo yalnızca bireysel bir ayrıcalık değil, aynı zamanda bütçeye yüklenmiş devasa bir yük. Sayılarla ifade edilemeyecek kadar büyük bir fark yaratıyor.
Ancak iş, işçiye, memura, emekliye ya da asgari ücretliye geldiğinde aynı cömertlik ortadan kayboluyor.
Yukarıda hesap tutmayanlar, aşağıda kuruş hesabına girişiyor.
Hakkını isteyen halka gelince, birdenbire “görmeyen” bir sisteme dönüşüyorlar.
Halkın refahını yükseltmek için gelenler, kendi refahını artırıyorsa orada bir çelişki vardır. Bu çelişki büyüdükçe, halkın sofrasından eksilen her lokma, idarenin meşruiyetinden eksilir. Çünkü yönetmek, almak değil, halktan alınanı yeniden halka vermekle anlam kazanır.
Eğer bir yönetim, kendisine verilen iradeyi halkın yararına değil, kendi çıkarına kullanıyorsa, artık o yönetim halkın güvenini kaybetmiştir.
Ve sosyal ekonomik ve eğitim başta olmak üzere güven yitirildiğinde o zaman idarenin hükmü de sorgulanır.
*
Mehmet Demir
81125