0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
117
Okunma
Ali b. Ebî Tâlib: Cesaretin ve İrfanın Işığı
Yazar: Murat Kerem
Bir Çocuk, Bir Kalp, Bir Davet
Mekke’nin sabahı…
Taş sokaklara serinlik, kalplere bir suskunluk sinmişti.
Ebu Tâlib’in evinde bir çocuk vardı; alnında sükûnet, gözlerinde arayış.
Henüz on yaşındaydı ama içinde bin yıllık bir dikkat taşıyordu.
O çocuk, bir gün “ilmin kapısı” olarak anılacak olan Ali bin Ebî Tâlib’di.
Resûlullah (s.a.v.)’in evinde büyümüştü.
Onun gözündeki ışıktan beslenmiş,
dudaklarından dökülen kelimelerin sıcaklığını tanımıştı.
Bu yüzden, bir gün Nebî’sinin sesiyle çağrıldığında,
söz bitmeden kalbi “evet” dedi.
“Ey Ali,” buyurdu Resûlullah,
“Allah beni insanlara hakkı anlatmam için gönderdi.
Seni de o hakka davet ediyorum.” [1]
Ali başını eğdi;
çocuktu ama kalbi, yaşının ötesinde bir bilge gibiydi.
“Yâ Resûlallah, babama danışmadan söz veremem.”
O gece yıldızlara baktı, kalbiyle konuştu.
Sabah olduğunda koşarak geldi:
“Düşündüm… Beni yaratan Allah’a kulluk etmeye karar verdim.
Şehâdet ederim ki sen O’nun elçisisin.” [2]
Bir çocuğun bu saf teslimiyeti,
gelecek çağların ilim kandillerine ilham olacaktı.
Çünkü imanın tohumu bazen bir evin sessizliğinde,
bir çocuğun “evet”inde yeşerirdi.
Üç Kalbin Secdesi
Ertesi gün, sessiz bir vadide üç kişi kıyama durdu:
Resûlullah (s.a.v.), Hatice (r.a.) ve Ali (r.a.).
O gün yeryüzü, ilk defa o secdeyi gördü.
Bir peygamber, bir anne, bir çocuk…
Ama bu üç kalbin secdesi, geleceğin milyonlarını aydınlatacak bir mektebin başlangıcıydı.
Mekkeliler bu manzarayı görünce Ebu Tâlib’e koştular:
“Kardeşinin oğlu yeni bir din çıkardı!
Eşi ve senin oğlun da onunla!”
Ebu Tâlib başını kaldırdı,
ve sükûnetle şöyle dedi:
“Bırakın onları. Vallahi, Muhammed sadece iyiliği emrediyor.” [3]
İşte o ev, iman mekteplerinin ilkiydi.
Ve o secde, “Nur Evleri”ne dönüşecek bir yolun ilk halkasıydı.
Bir gün gelecek, bu secde kalpten kalbe, evden eve, nesilden nesile taşınacaktı.
Gecenin Kahramanı
Hicret gecesi…
Kureyş evin etrafını sarmış, kılıçlar parlıyordu.
Resûlullah (s.a.v.) emaneti bırakacak bir yürek aradı —
ve o yürek yine Ali’ydi.
“Ey Ali,” dedi,
“Ben bu gece yola çıkacağım.
Sen emanetleri sahiplerine ver; sonra Medine’de bize katıl.” [4]
Ali sordu:
“Yâ Resûlallah, senin yerine yatmamı mı istiyorsun?”
“Evet, ey Ali.”
Bir an sustu, sonra gülümsedi:
“O hâlde kurtuldum, yâ Resûlallah.”
O gece, kılıçların gölgesinde bir genç,
peygamberinin yatağına uzandı.
Kureyş kapıyı kırdığında, o sessizce Allah’a teslim olmuştu.
Kur’ân o sahneyi ebedileştirdi:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için
nefsini feda eder.” (Bakara, 2/207) [5]
O fedakârlık, ilerde hizmetin temel taşına dönüşecek bir anlayışın ilk işaretiydi:
Kendi nefsini unut; hakikat yaşasın.
Hayber’in Kapısında
Zaman geçti,
Mekke’nin çocukları Medine’nin erleri olmuştu.
Hayber kaleleri direnişle doluydu, ama ordu yorgundu.
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki,
Allah ve Rasûlü’nü sever; Allah ve Rasûlü de onu sever.” [6]
Sabah olunca herkesin gözü Efendimiz’deydi.
“Ali nerede?” diye sordu.
“Gözleri ağrıyor, yâ Resûlallah,” dediler.
Resûlullah (s.a.v.) onu çağırdı, mübarek tükürüğünü gözlerine sürdü.
Bir anda şifa buldu.
Sancağı verdi:
“Yürü ey Ali! Allah’ın adıyla git.
Sen galip geleceksin.”
Kapılar kapandı, ama iman kapısı açıktı.
Bir hamlede kalenin kapısını yerinden söktü.
O gün cesaret, irfanla el ele verdi.
Çünkü Ali, savaş meydanında bile nefsiyle barış içindeydi.
Zaferi kendinden değil, Allah’tan bilirdi.
Ve her secdesinde şöyle fısıldardı:
“Güç yalnızca Senden gelir, yâ Rabb.”
İlimde Bir Şehir, Kalpte Bir Kapı
Bir gün Resûlullah (s.a.v.) buyurdu:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” [7]
O, sadece kılıcın değil, kalemin de sahibiydi.
Bir sohbetinde şöyle demişti:
“İlim, insanı kendine tanıtır;
kim kendini bilirse, Rabbini bilir.”
Ali’nin ilminde bir vakar, bir nezaket vardı.
Hakikati tartışmayla değil, tefekkürle öğretirdi.
Onun için ilim, bir gösteri değil;
kalbin Allah’a açılan kapısıydı.
Hilafet ona geldiğinde,
gözlerinde bir hüzün, dudaklarında bir teslimiyet vardı:
“Bu bir makam değil, bir imtihan.”
Dünyayı avuçlarına vermek isteyenlere
her defasında şu sözüyle cevap verirdi:
“Altın bana hükmetmesin; ben altına hükmedeyim.”
İşte o, dünyayı değil hakikati yücelten bilgelik anlayışının yaşayan timsaliydi.
Bir ilim halkasından başka miras bırakmadı,
ama o halka, çağları aydınlattı.
Kûfe Gecesi
Kûfe’de bir gece…
Mescid sessizdi, kandiller sönük, kalpler yorgundu.
Ali secdeye vardı.
Toprak alnına değdiğinde, dudaklarından şu dua döküldü:
“Rabbim, beni Sana yakın olanlardan eyle.”
Tam o anda bir hançer parladı.
Ama Ali’nin yüzünde yine sükûnet vardı.
Son sözü buydu:
“Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, kurtuldum.” [8]
O gece bir yıldız düştü,
ama arkasında bir gökyüzü aydınlığı bıraktı.
Zira nurun varisleri, toprağa düşse de ışık bırakırdı.
Cesaretin Kalbi, İrfanın Dili
Ali b. Ebî Tâlib…
Bir elinde kılıç, diğerinde kalem;
bir yanında adalet, diğer yanında irfan.
Cesareti öfke değil, teslimiyetin gücüydü.
İlim onda nurla buluşmuştu;
bu yüzden onun her sözü bir dua, her susuşu bir tefekkürdü.
O, ilmin taşıyıcılarından biriydi.
Tıpkı Dârü’l-Erkam’ın ilk öğrencileri gibi,
kalbinde Kur’ân’ın nurundan bir meşale taşıdı.
Ve o meşale, çağdan çağa, gönülden gönüle devredildi.
Bugün hâlâ onun sesi yankılanır:
“İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar.” [9]
Ama bazıları, uyanmayı dünyadayken seçer.
O uyanış, kalbe düşen bir nurdur;
ve o nur, hâlâ evlerde, ilim halkalarında,
kalem tutan her yürekte yaşamaktadır.
Kaynakça
[1] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, c.1, s.300.
[2] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c.3, s.22.
[3] Taberî, Târîhü’l-Ümem ve’l-Mülûk, c.2, s.321.
[4] İbn Hişâm, Sîre, c.1, s.482.
[5] Tefsîr-i Taberî, Bakara 207; Vâhidî, Asbâbü’n-Nüzûl, s.49.
[6] Sahîh-i Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe, 3701.
[7] Tirmizî, Menâkıb, 3723.
[8] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.7, s.327.
[9] Nehcü’l-Belâğa, Hikmetler, no:133.