0
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
122
Okunma

Yıllar geçmiş profesör evlenmişti. Oğlu İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü bitirmiş Amerika’da mastır yapıyordu. Babasının ona anlattığı hikayeler ve gizlice karıştırıp bulduğu notlar onu da zamanın gizeminin peşine düşmeye itmişti. Amerika’nın en büyük kütüphanesi, Kongre Kütüphanesine gitmiş araştırmalar yapmaya başlamıştı.
Yine araştırma yaptığı bir gün kütüphanenin devasa kubbesi altında, elektrik lambalarının solgun sarısı, milyonlarca cilt kitabın sırtındaki altın harflerde donup kalmıştı. Toz kokusu ve eski kağıdın ağır, bilge nefesi havada asılı duruyordu. Genç adam, sonsuz rafların arasında bir gölge gibi kayıyordu. Gözlerinde, Einstein’ın denklemlerinin bıraktığı yanık izleri vardı. Uzay-zamanın bükülmesi, görelilik, mutlaklığın yok oluşu… Bunlar onun geceleri uyutmayan, gündüzleri soluksuz bırakan düşleriydi. Parmakları, fizik kitaplarının sert ciltlerinde gezinirken, bir rafın en üst köşesinde, diğerlerinden farklı bir cilt gördü: Koyu, çatlak deriyle kaplı, metal kilitleri paslanmış, kalın bir tomardı. Üzerinde ne yazar ne de basılı bir isim vardı, sadece soyut, dönen bir spiral oyulmuştu. İçgüdüsel olarak, titreyen elleriyle onu indirdi. Toz bulutu yükseldi, bin yıllık bir nefes gibi.
Kitabı açtığı an, sayfalar parşömenden değil, incecik dövülmüş bir metalden yapılmış gibiydi. Üzerindeki semboller ne Maya gliflerine ne de İnka khipu desenlerine benziyordu. Daha eski, daha temel, evrenin dokusundan sızmış gibiydiler. Bir sayfada, Einstein’ın alan denklemleriyle şaşırtıcı benzerlikler taşıyan geometrik şekiller vardı, ama onların yanında, Güneş’in bir yılı değil, galaksinin bir nefes alışını ölçen takvimler, yıldızların doğumunu ve ölümünü kaydeden haritalar duruyordu. Başka bir sayfa, İnka’nın altın tapınaklarının altında, taştan daha yaşlı, manyetik bir enerji ağından bahsediyor; Maya’nın piramitlerinin, zamanın akışını büken “duran noktalar” olduğunu iddia ediyordu. En derinde ise, bir uyarı vardı: “Zaman, nehir değildir. Kum saati hiç değil. O, bir labirentte yankılanan tek bir sestir. Kaynağını bul, yankıyı durdur.”
Kitabın son sayfasına geldiğinde, parşömen-metal yaprak aniden ısındı. Spiral sembol, avucunun içinde yanarcasına kızardı. Bir çığlık atmak üzereyken, kütüphanenin devasa pencerelerinden giren gün ışığı anormal bir şekilde büküldü. Raflar eridi, kitaplar solup buhar oldu. Taş zemini, çamurlu toprağa dönüşürken hissetti. Toz ve kağıt kokusu, keskin bir nem, toprak, ve bilinmeyen otların aromasıyla yer değiştirdi. Kulaklarında, kütüphanenin derin sessizliğinin yerini, kuşların yabancı ötüşleri, uzaktan gelen bir nehrin homurtusu ve rüzgarın dev yaprakları titretmesi aldı.
Kendini Taş Çağı’nda buldu.
Etrafı saran orman, düşünülmesi bile imkansız bir ihtişamdaydı. Gökyüzünü bloke eden ağaçlar, devasa taş sütunlar gibi göğe yükseliyor, yaprakları birbirine geçerek yaşayan bir katedralin tavanını örüyordu. Havada, yağmurdan sonraki toprak kokusundan daha derin, daha eski bir koku vardı: Zamanın henüz taze, insanın henüz yabancı olduğu bir dünyanın kokusu. Bir mağaranın ağzında duruyordu. Girişi, kökleri taşı delip geçmiş yaşlı ağaçların gölgeleriyle yarı karanlıktı. İçeriden, düzenli, ritmik bir tıkırtı geliyordu.
Mağaraya adım attı. Gözleri karanlığa alışırken, duvarları kaplayan resimler onu dondurdu. Bunlar Lascaux’nun bizonlarından değildi. Daha çok, galaksilerin spiral kollarını, yıldızların patlayışını, atomların dansını anlatan çizgilerdi. Parlak toprak boyaları – kırmızılar, beyazlar, derin maviler – kayalara işlenmişti. Resimler arasında, kitaptakiyle aynı dönen spiral sembol tekrar tekrar karşısına çıkıyordu. Bu babasının bahsettiği zamanın sembolüydü.
Tıkırtının kaynağına yöneldi. Mağaranın derinliklerinde, sönmekte olan bir ateşin titrek ışığında, bir figür göründü. Yaşlı, belki de zaman kavramının ötesinde bir yaştaydı. Derisi, sert iklimin ve uzun yılların izleriyle çatlamış, gözleri ise ateşin alevlerini yansıtıyordu – derin, bilge, ve şaşırtıcı bir şekilde tanıdık. Elinde, sert bir taşı, dikkatle ve sonsuz bir sabırla başka bir taşa vurarak şekillendiriyordu. Yonttuğu şey, mükemmel bir küre değildi; üzerinde girintiler ve çıkıntılar vardı. Bir anlam taşıyor gibiydi.
Genç adam yaklaştı. Yaşlı insan başını kaldırdı. Gözleri Einstein’ınkilerle aynı derinlikteydi, ama başka bir bilgiyle doluydu: Doğrudan deneyimin, ruhun, zamanın dokusuna dokunmanın bilgisi. Konuşmadı, ama genç adamın zihninde bir fısıltı belirdi, tıpkı rüzgarın taşlar arasından geçişi gibi:
“Kütüphanedeki kitap… senin zamanının bir yankısıydı sadece. Biz, kaynağı dinliyoruz.”
Elindeki yontulmuş taşı gösterdi. Üzerindeki desenler, kitaptaki denklemlere, mağara duvarlarındaki galaksilere, hatta Einstein’ın kara tahtasına çizdiği karmaşık formüllere şaşırtıcı bir benzerlikteydi. Bu sadece bir alet değil, bir haritaydı. Evrenin matematiğinin, taşa kazınmış haliydi.
“Sizin biliminiz,” zihinsel fısıltı devam etti, ateşin çıtırtılarına karışarak, “zamanı bükmekten, uzayı katlamaktan bahsediyor. Biz… biz onun içinde yaşıyoruz. Onun nehir olmadığını, bir bütün olduğunu biliyoruz. Geçmiş, şimdi, gelecek… hepsi bu taşın üzerinde, hepsi bu mağaranın duvarlarında. Senin geldiğin ‘gelecek’, bizim için bir soluk öncesiydi. Bizim ‘geçmişimiz’, senin için hâlâ gelecekte olabilir.”
Genç adam şaşkınlık içinde, elindeki gizemli kitaba baktı. Parşömen-metal sayfalar, mağaranın nemli havasında soluk bir ışıkla parıldadı. Yaşlı insan, kitaba baktı ve gözlerinde bir tanıma ışığı yandı, sonra derin bir hüzün. Parmaklarıyla mağara duvarındaki bir resme dokundu: Bir yıldız patlamasının tasviri.
Genç adamın parmakları, kitabın parşömen-metal sayfalarında gezindi. Dokunuşuyla birlikte, sayfalardaki semboller soluk bir mavi ışıkla canlandı, havada titreyen holografik haritalara dönüştü. Gördüğü şey, insanlığın tanıdık tarih çizgisi değildi. Aksine, birbiri içine geçmiş, düğümlenmiş, kopmuş ve yeniden bağlanmış sayısız zaman ipliğinden oluşan karmaşık bir ağdı. Piramitler, Stonehenge, Göbeklitepe’nin dikilitaşları… Hepsi bu ağda parlayan düğüm noktalarıydı. Her biri, zamanın akışını bükmeye, bir noktadan diğerine sıçramaya yarayan birer “yankı taşı”ydı.
“Kesmek…” diye mırıldandı genç adam, şaşkınlıkla hologramı izlerken. “Zamanı bıçakla kesmek gibi mi?”
Yaşlı insanın gözlerindeki hüzün derinleşti. Mağara duvarındaki yıldız patlaması resmine dokunduğu parmağı, şimdi titriyordu. “Daha kötüsü. Bir nehrin yatağını dinamitle açmaya benziyordu. Ani, kontrolsüz, yıkıcı…” Fısıltısı, ateşin çatırtılarına karışırken, duvardaki resimdeki yıldızın patladığı noktada, koyu bir leke belirdi. O leke, bir zaman yırtığıydı. “Torunlarımız… bu teknolojiyi, kaynağa – Zamanın Başlangıcı’na – ulaşmak için kullandılar. Mutlak Bilgi’yi, Mutlak Gücü istediler. İnkaların altına gömülü taşlar, enerji odaklarıydı. Mayaların merdivenleri, yırtığın içine açılan antenler… Hepsi, kaynağı zorla çekmek için tasarlandı.”
Genç adamın içini bir korku sardı. Elindeki kitap aniden ağırlaşmıştı. “Ne oldu peki? Başardılar mı?”
Yaşlı insanın gözlerinde, uzak bir felaketin yansıması vardı. “Kısmen. Kaynağa dokundular. Ama o dokunuş… bir patlamaydı. Bir zaman patlaması.” Mağaranın derinliklerinden, uzak ve ürkütücü bir çığlık yankılandı, sanki taşların hafızası canlanmıştı. “O patlama, zamanın dokusunu paramparça etti. Paralel gerçeklikler çarpıştı, tarihler birbirine girdi, gelecekler silindi. Bizim ‘şimdi’ dediğimiz, o patlamanın yankılarının sönümlenmeye çalıştığı bir enkaz alanından ibaret. Bu mağara, o enkazın görece ‘sakin’ bir köşesi sadece.”
Genç adam, kitaptaki bir sayfayı çevirdi. Üzerinde, İnka taşlarının kesin matematiksel dizilimini ve Mayaların bir piramidin tepesinden göğe yükselen bir enerji demetinin şemasını gördü. “Peki bu kitap? Neden bir hata?”
Yaşlı insan, kitaba uzandı, ama dokunmaktan çekinir gibiydi. “Bu kitap… Yankı Bıçakları’nın kullanım kılavuzu. Zamanı kesmek, katlamak, yeni geçitler açmak için gerekli formülleri, enerji kalıplarını içeriyor. Torunlarımız onu, kendi yıkımlarının ardından, başka bir zaman ipliğine – senin zaman çizgine – fırlattılar. Belki bir uyarı olması için… Belki de bilgilerinin kaybolmaması için.” Bir damla yaş, yaşlı adamın tozlu yanağından süzüldü. “Ama bu bir kibir abidesi. Her sayfası, zamanın doğal akışına vurulmuş bir darbe. Onu kullanmak, yarayı deşmekten başka bir işe yaramaz.”
Genç adam, yaşlı insanın gözündeki yaşı ve duvardaki zaman yırtığının koyu lekesini gördü. Kalbi ağzındaydı. İnsanlığın kibrinin, evrenin temel dokusunu nasıl parçaladığını anlamıştı. Bu kitap, bir kurtuluş rehberi değil, bir lanetti. Onu kendi zamanına götürmek, aynı hatayı tekrarlamak için davetiye çıkarmaktı.
Yavaşça, kitabı ateşin önüne taşıdı. Parşömen-metal sayfalar, alevlerin turuncu ışığında daha da ürkütücü görünüyordu. Yaşlı insan nefesini tuttu, gözlerinde hem korku hem de bir tür korkunç umut vardı.
“Ne yapacaksın?” diye fısıldadı sesi titreyerek.
Genç adam, kitaba son bir kez baktı. İnsanlığın en büyük başarısının ve en derin düşüşünün kanıtıydı. Sonra, tüm gücüyle onu ateşin tam kalbine fırlattı.
Kitap, alevlere değdiği anda patladı.
Bir ışık topu değildi bu. Bir sessizlik patlamasıydı. Tüm sesler – ateşin çıtırtısı, mağaranın iç çekmesi, genç adamın kalp atışları – bir an için yok oldu. Hava, basınçlı ve ağırlaştı. Kitaptan, mavi bir enerji dalgası yayıldı, mağaranın duvarlarındaki resimlere çarptı. Resimler canlandı: Yıldız patlaması hızla geri sardı, parçalanan galaksiler birleşti, dinozorlar koşarken görünüp kayboldular, piramitler inşa edilirken tersine döndüler… Zaman, bir kalp atışı kadar kısa bir an için, kendi üzerine katlanıyor, bir yarayı kapatırcasına titriyordu.
Dalga, yaşlı insana ulaştı. Bedeni, soluk bir ışıkla aydınlandı. Gözlerinde şaşkınlık ve ani bir ferahlık belirdi. Yüzündeki derin kırışıklıklar bir an için hafifledi, sanki taşın ağır hafızasından kısa bir an kurtulmuştu. Genç adama baktı. Bir teşekkür mü, bir veda mı, belli değildi. Sonra, ışık söndü.
Patlamanın yarattığı sessizlik boşluğu çöktü. Kitap yoktu. Ortada sadece ateşin çıtırdayan külleri ve mağaranın her zamanki loşluğu vardı. Yaşlı insan, duvardaki yıldız patlaması resminin yanında, eskisinden daha soluk, ama gözle görülür şekilde küçülmüş olan zaman yırtığı lekesine bakıyordu. Yara tamamen kapanmamıştı, ama iyileşiyordu.
Genç adam, boş ellerine baktı. Hafifçe titriyordu. Taşın hafızasından akan bilgi hala zihninde çınlıyordu: Zaman bir nehir değil, bir bütündü. Geçmiş, şimdi, gelecek hep vardı. Ama insanın ona müdahalesi, o bütünü parçalayan bir bıçaktı.
Mağaradan ayrılırken, girişte durdu. Sırt çantasında, kitaptan geriye kalan tek şey vardı: Yanmış bir köşesi, üzerinde Maya piramidi şemasının sadece bir kısmı görünen küçük bir parşömen parçası. Onu çıkardı, mağaranın karanlık ağzına doğru tuttu. Sonra, yavaşça, onu da mağaranın derinliklerine doğru fırlattı. Parça, karanlıkta kayboldu.
Güneş ışığı, mağaradan uzaklaşırken genç adamın yüzüne vurdu. Sırtında, insanlığın en tehlikeli mirasının yükü artık yoktu. Ama zihninde, taşın sonsuz hafızasından kalan bir uğultu ve ateşte yok olan kitabın son, mavi titremesi vardı. Yoluna devam etti. Artık biliyordu: Gerçek yolculuk, zamanın içinde ileri ya da geri gitmek değil, onun bütünlüğüne saygı duyarak, şimdi’nin kırılgan zemininde dikkatle yürümekti. Çünkü her adım, sonsuzluğa açılan bir kapıydı... ve bazı kapılar, asla zorlanmamalıydı.
Çağdaş DURMAZ
Not : Zamanın durağı isimli ilk öykümün devamıdır. İlkini okumadan bu öykü size anlamsız gelebilir...