0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
408
Okunma

"En kötü düşman Kimsesizliktir. Kimsesizliğin verdiği zararı başkası veremez. Yalnızlık kimsesizlik değil. Kimsesizlik kötü, Yalnızlık bir tercih."
...
Suat Tekin’in klasikleşmiş eseri "Kimsesizlik", annesi tarafından terk edilmek zorunda bırakılmış yetim bir kızın hayatını konu alıyor. Yazar, bazı romancılardan etkilenmiş olsa da - bu olması gereken bir şey - asıl ilhamını bizim topraklardan alan bir edebiyatçı. İtilmişliğimiz, horlanmışlığımız, mağlubiyetlerimiz, kimsesizliğimizdir onun kalemine dökülen.
Zaten yazarı, yazar yapan da bu değil midir? Kendi toplumuna karşı sorumluluk hissetmeyen, kendi köklerini ve kültürel karakterini unutan aydın olamaz. Ali Şeriati’nin de dediği gibi: “Aydın, belli bir tarihî yer ve zaman diliminde kendi mevkiinin bilincinde olan kimsedir.”
Başkalarının taklitçisi olduğumuz sürece, düşünsel alanda sıçrama yapamayacağımız gibi ahlaki bir sorunsal ile karşılaşacağımız aşikârdır. Bu yönüyle Suat Tekin, edebiyatı fildişi kulelerde ya da sosyetenin pürüzsüz halılarında değil; sokak aralarında, bir yetimin umutlarında, dul bir kadının suskun gözlerinde, kavgalı bir ailenin iç çekişmelerinde aramaktadır.
Tecrübeli romancımız hikayelerimize dokunuyor. Size dokunulanlardan çekinmeyin. Kaba tabirle direkt, düz, dallama olanlarla iletişime geçin. Öyle törensel yaklaşımlara, yapmacık sözlere gerek yoktur. Onların yazar kimliği, sanatı, siyaseti bulunduğu mevki, makam, rütbe sizi yanıltmasın. O sizden biridir, toplumunun içindedir.
Buradan baktığımızda Suat Tekin içimizden biri. Onunla aramızda epey bir yaş farkı var ama her nedense kendime yakın biri olarak görüyorum. Daha önce konuşmuşum, beraber çay içmiş, sohbet etmişim sanki. Bana kenger toplayan dedemi hatırlatıyor. Kestane niyetine meşe palamutlarını sobanın üstünde kavuran, kar fırtınalarına, dağdağalı günlere direnen o çilekeş dedemi... Sabahtan Kırtarla’larında alnının terini tütün yaprağına akıtan akşam saatlerinde ise Mâmaşık yaylasının dik yamaçlarından kıl çadırlara uzanan yol/ dünya yorgunlarının serencamını hatırlatıyor. Bu yüzdendir ki bu satırları yazarken yanımda bir büyüğüm varmış gibi davranıyorum. Eğer bu yazı iyi ise başka imzalı kitapları gelir. Kötüyse de şımarık okur, Bir şeyler yazmış deyip eksiklerimizi hoş görecektir. Rahat durduğum zamanlar dedemden kengerden sonra ışkın beklerdim. Işkının geleceği yok artık. Kitaplar gelir mi? Bilmiyorum.
&&&
Şu anda bu güzel insanın "Kimsesizlik" romanını okuyorum.
Babası erken yaşta ölmüş, annesi tarafından Sabahat’a bırakılan Hacer’in hikayesini.
Sanırım roman, gerçek bir yaşanmışlıktan süzülmüş. Annesi, yokluk ve çaresizlikten kırılmasın, karnı doysun, giysisi olsun diye Hacer’i Sabahat’a emanet ederek başka bir memlekete gider.
Sabahat, gözünü para hırsı bürümüş, çetin, şirret, dikkatleri üzerine çekmeye düşkün bir kadındır. Ailesine, özellikle de kocasına karşı çok saygısızdır. Çok güzel bir kadındır fakat, çirkin/kötü huyludur. Onu Hacer’in dilinden aktaracak olursak; "Tüm hırçınlığına rağmen bayılıyordum bu kadına. Olağanüstü bir kadındı. Güzel hırslı ve inatçıydı. Ne giyse yakışıyordu. Yazmasının uçları gelinlik gibi sürekli omuzlarına dökülürdü. Etli dudaklarının çevresi kalemle çizilmiş gibi belirgindi. Hele o düzgün ve kalın parmaklarını saçların arasında gezdirmesi yok mu, bayılırdım. Siyah ve düzgün saçları kum gibi akardı parmakların arasından. Sürekli temiz pırıl pırıl giyinirdi. Boynunu saran uzun kollu boydan elbiselerin hepsi açık renkli, iri desenliydi. Çok az çorap giydiğini gördüm. Bir keresinde ayak bileğinden yukarıya sütun gibi yükselen bacaklarını uyurken görmüştüm de kadın olarak ben bile vurulmuştum" ama ne yazık ki çirkin huyları yüzünden mahallede sevilmiyor. Tam bir egoist, egosunu en çok Hacer üzerinde patlatır. Onun iflah olmaz hâli sonunda bir cinayet işlemeye kadar götürür.
"Kimsesizlik" veya "çaresizlik" içinde aşka tutunmaya çalışan Hacer’e kimsesi olmadığı için Sabahat bir lokma ekmek verir; karşılığında evinin bulaşığını, giysilerini yıkatır.Tarla işlerini, hayvan besisinin temizliğini yaptırır. Kendi çoraplarını dahi yıkatır. Hem çalıştırır hem de döverdi. Oysa anne babası olsaydı ona köle muamelesi yapabilirler miydi? Annesi terk etmeseydi yine yeterdi.
"Kimsesizlik" kitabından kimsesizleri görmeye çalıştık: Düşenleri bir görün... Düşüp, kimsesiz kalanlar birden herkesin gözünde işe yaramaz olurlar. Kimsesizler ne kadar güzel, yakışıklı ve ahlaklı olursa olsun bir ağanın veya burjuvazinin şımarık çocukları kadar değer görmez. Çok zeki, kıvrak zekalı, yiğit olursa olsun onların sözleri boş, kanı daima ucuzdur. Politik lort çocuklarının incinen kirli tırnağı Kimsesizlerin hayata tutunma çabasından çok daha değerlidir.
Hacer zorlukları sevdiği İshak ile aşmayı umut eder. Bir hayal: en azından evim, sıcak çorbam, çocuklarım olur. Sabahat ve varlıklı ağa statüsüne sahip İshak’ ın aile engellerini aşarak evlenirler. Gelin gittiği yerde yine tüm ev işlerini yapmasına rağmen kaynana ve eltisine yaranamaz. Onun kimsesizliği annesi tarafından terk edilmişliği garibanlığı yüzüne vurulur devamlı. Hâlbuki oğulları İshak bu kızı Mecnun gibi sevmekte hatta askerlik sırasında Hacer’i görmek için yemek yemeyerek kendi kendini hasta etmiştir. İshak bu hastalıktan ölecektir. İshak mutlu vefat eder "Sevmek mutlu ölmekmiş"
Seven- İshak- mutlu ölür. Hacer yine kimsesiz kalır. Kimsesizliğiyle...
Gelin gittiği evin başına gelenleri kendi uğursuzluğuna bağlaması sevdiği İshak’ın hastalanıp ölmesi, kayınbabasının vefatı, kaynının Sabahat denilen baş belasının cinayetine kurban gitmesi gibi olaylar zincirinin hepsini burada zikretmemiz mümkün değildir. Amacımız kitabı ve yazarını anladığımızı hissettirmek ve bizi etkileyen birkaç noktayı paylaşmaktır.
Bizi en çok etkileyen faktörler Hacer’in özgürlük arayışı, direniş iradesi ve zaman zaman kendine özeleştiri yapmasıydı.
"Kimsesizlik": şiddet, işkence, açlık, aşk, Adıyaman şehrinin özelinde kaleme alınmış olsa da evrensel bir talihtir. Dahası "dünyanın çarkını aşk ve açlık döndürür" Dünyanın her yerinde yetimler, aşklar, tutkular var. Yazar insanlığın değişmeyen bu makus talihini kültürel kodlarımız üzerinden anlatıyor. Örneğin kitaba mistisizm havası taşınmış: Rabia Nine Derviş Dayı , Satı Ana, Sofu Baba, Abdülgani hoca gibi figürlerin sabret, dayan, katlan gibi nasihatleri romanın kahramanını yönlendirir. Böylece Anadolu’nun tasavvufi sabır kültürünü romanın dokusuna işler.
Eser okuyucuyu giderek artan bir gerilime sürüklüyor, sayfalar ilerledikçe Hacer acaba kendi kararlarını kendisi alarak hayatını kurabilecek mi? Kendisinin yaşadığı kimsesizliği kızı Suzan’ nın yaşamaması için ona bir gelecek hazırlayabilecek mi? İshak’ın ölümünden sonra gelen evlilik tekliflerine ne diyecek, Annesi ve kardeşine kavuşacak mı?
En önemlisi kimsesizlik çığlığının sadece bireysel değil toplumların vicdanında büyümesi gereken çığlık olduğunu duyabilecek miyiz? Bizce bu eseri okuyanlar biraz da böyle duygular yaşamışsa eğer "Kimsesizlik" kitabından dersini almıştır.
Roman bittiğinde kimsesizliği düşünmeye başlıyorsunuz. Belki de yazarın başardığı şey budur: Evi barkı olanların sevdiklerinin dizinin dibinde yaşayanların sahip oldukları güzellikler fark etmesi Keza kimsesizlik sadece Hacer’in değil, görmezlikten geldiklerimizin "aman benden istemesin", " bana dokunmasın" deyip uzak sandığımız hayatların hikayesidir.
Abdulvahap SERT