0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
137
Okunma
Bediüzzaman Said Nursî: Zamanın İçinde Diriliş – 1
Yazar: Murat Kerem
Karla Örtülü Bir Sessizlik
Kış, doğunun dağlarına başka iner…
Rüzgâr; sessizliği yaran değil, ona hikmet katan bir nefes olur.
Gecenin bağrında, kar taneleri toprağa usulca düşerken bile bir sır taşır.
1877’nin böyle bir gecesinde, Bitlis’in Nurs köyünde bir çocuk dünyaya geldi.[1]
Evde ne bir ihtişam vardı ne de bir gösteriş…
Ama gökyüzünde bir yıldız, sanki diğerlerinden daha parlak yanıyordu.
Bu çocuk Said Nursî idi.
Ve kader, onun kalbine daha beşikteyken bir yol çizmişti.
I. Çocukluk: Dağların Terbiyesi
Said Nursî’nin çocukluğu, insanların kalabalık seslerinden değil,
dağların sessiz nefesinden ders alarak geçti.
Kar, su, taş, gece ve sabah…
Her biri ona bir harf, bir kelime, bir ayet gibi görünürdü.
Hafızası kuvvetli değildi sadece,
Kalbi de işlerdi okuduğunu.
Onun için ilim, bir yük değil;
ruhun nefesiydi.
Hocaları şöyle derdi:
“Biz onu okutmadık. O, kendini okuttu.”[2]
Bu söz, onun hayatının usulüydü:
Kendini inşa eden bir arayış.
II. İlmin Peşinde Yollara Vurulmak
Bilgi onda bir merak değil,
bir zorunluluktu.
Bitlis’ten Siirt’e, Siirt’ten Mardin’e, oradan Van’a kadar
ilmin peşinden yürüdü.[3]
Van’daki Horhor Medresesi,
onun ilmin hem akıl hem kalp olduğuna dair sezgisini olgunlaştırdı.[4]
Çünkü o şunu fark etmişti:
İman, sadece duyguyla değil, delille de sabit olur.[5]
İşte ileride Risale-i Nur’da parlayacak
burhanlı tefekkürün tohumu,
tam da burada toprağa düştü.
III. İstanbul: Kalabalığın İçindeki Yalnız Ses
1907’de Said Nursî, İstanbul’a ulaştı.[6]
Şehir; siyaset, fikir, din ve yönelişlerin kaynadığı büyük bir meydandı.
Ulema meclisleri, devlet odaları, ilim halkaları, kahvehaneler…
Herkes konuşuyor; fakat hakikat susuyordu.
Bir mecliste ona sordular:
— Ne ile meşgulsün?
Said Nursî, bir an sustu.
Sözün arkasındaki hakikatin konuşacağı o ince an doğdu.
Gözleri, duvarlardan değil, kâinatın tamamından cevap toplar gibi derinleşti:
“Ben, şu âlemi okumakla meşgulüm.”
Odanın içindeki sesler yavaşladı.
Kandilin gölgesi bile saygıyla küçüldü.
Çünkü hakikati okuyan,
yalnız kitap değil, kâinatı da görür.
IV. Ateşle İmtihan: Cephe ve Esaret
Balkan Harbi’nin derin yarası henüz kapanmamıştı ki
I. Dünya Savaşı başladı.
Said Nursî, talebeleriyle birlikte
Gönüllü Alay Kumandanı olarak cepheye koştu.[7]
Sarıkamış’ın keskin soğuğu, açlık, yorgunluk, top sesleri ve nihayet esaret…
O, Sibirya’ya götürüldü.[8]
Ama zincir insanın kalbini bağlayamazdı.
Esaret bile onun için tefekkürün derinleştiği bir vadiye dönüştü.
Dönüşünde artık iç dünyası başka bir çağrıyı işitiyordu:
Eski Said susmuş, Yeni Said doğmuştu.[9]
Bu bir yıkılış değil,
içteki putların kırılması idi.
V. İçte Açılan Kapı
İstanbul’a döndüğünde dünya ona artık başka görünüyordu.
Makam, şöhret, alkış…
Hepsi soluk gelmişti.
Bir gece kendi kalbinin sesini dinledi.
Ve o ses şunu söyledi:
“Ben kalbimin içinde yeni bir âlem buldum.”[10]
Bu âlem,
dış dünyanın gürültüsünden daha hakiki,
insanların alkışından daha ağır,
sözlerin çokluğundan daha derindi.
Fakat Bu Sadece Başlangıç
Buraya kadar olan her şey,
rüzgârın yalnızca ilk esintisi idi.
Asıl fırtına,
asıl nurun doğuşu,
asıl diriliş…
Barla’da başlayacaktı.
Dağların sessizliğinde yazılacak bir kitap,
evlerin lambalarında çoğalacak bir ışık,
kalpten kalbe, nesilden nesile yürüyecek bir nur…
Ve o nur:
Sözün ötesine geçen bir hakikatin yürüyüşü olacaktı…
Kaynakça
[1] Tarihçe-i Hayat, s. 3–12.
[2] Tarihçe-i Hayat, s. 25–28.
[3] Tarihçe-i Hayat, s. 30–45.
[4] Tarihçe-i Hayat, s. 52–61.
[5] Mektubat, 29. Mektup.
[6] Tarihçe-i Hayat, s. 85–110.
[7] Tarihçe-i Hayat, s. 150–174.
[8] Tarihçe-i Hayat, s. 180–195.
[9] Tarihçe-i Hayat, “Yeni Said” Bölümü.
[10] Lem’alar, 30. Lem’a.
5.0
100% (1)