1
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
292
Okunma
Pierre Loti buluşmasının kader çizgisinden silindiğinin ayyuka çıkmasıyla zihinlerde oluşan hislerin yeniden gündeme gelmiş olması ile çalkalandı Zehra’ların konağı. O gece Zehra yerinde duramadı. Akşam yemeğine inmiş bir hışımla babasının karşısına çıkmak istemişti. Masada misafir görünce kendini frenlemiş ve babasına birkaç keskin bakış atıp yerine geçmişti.
Kalabalık misafir sofrasının hangi konuyla meşgul olduğunu umursamaksızın kendi köşesine çekilmiş buluşmayı tekrar tekrar kurgulamış ve engel olunan sebeplerin neler olacağını teker teker irdelemişti. Her bir düşüncenin ardından kah öfke kah üzüntü duygularını yaşamıştı.
Çok fazla duramadı yemek masasında. İzin isteyip odasına çekildi. Zihni ağırlaşmıştı. Babasına attığı keskin bakışla mesajını vermişti. Misafir gittiğinde mutlaka yanına gelecektir diye düşündü. Sert kahve istedi Seniha’dan. Az sonra kahvesi gelmişti. Küçük balkonuna çıkmış serin bir havanın eşliğinde yudumluyordu. Zihni ise bir asır heba edilmiş ağırlıkta zaman öğütüyordu resmen.
Bir ikilemin sancısını yaşıyordu. Yaşanabilecek bir buluşmanın ayyuka çıkmasıyla kabaran öfkesi daha belirgindi. Ama bir yandan da bu buluşma gerçekleşseydi ne olacaktı. Gönül kapısını bir defa bile aralamamıştı. Bunun için belirlediği kariyer hedeflerini sekteye uğratacak birer engel gördüğü aşk-meşk işlerine bu denli yabancı oluşunu hatırladı. Pierre Loti buluşmasına İbrahim’in hatırı için gitmemiş miydi? Kibarca görüşüp belki de herhangi bir bahane bulmadan teşekkür edip masadan ayrılmayacak mıydı?
Babasına olan öfkesi birazcık azalmıştı. Kendi duygularının kontrolünü sağlayan biri için fazlaca zor bir gece geçiriyor kontrolsüzlük onu hırçınlaştırıyordu.
“ama bu kadar güzel sevebildiğini nereden bilebilirdim” dedi mırıldanarak ve iç çekerek. Zehra ilk kez sevilmeyi hissedebiliyordu. Bu onun için tarihin yaşanmış ilk duygusu gibi hissettirdi. Sevilmeyi mi sevdi biran. Bilemedi. Bildiği tek şey Pierre Loti buluşmasını engelleyen babasına kızgındı. O görüşmenin olmasını en azından şimdi çok istemişti.
Az sonra telefonu çaldı. Arayan babasıydı.
“Çalışma odamdayız Kemal Bey ile birlikte seni bekliyoruz” dedi babası. Saat gecenin ikisi olmuştu. Misafir de çoktan gitmişti. Ama bu Kemal Bey de gece gece neyin nesi demişti.
Kemal Bey, Babasının sahibi olduğu hastanenin başhekimiydi. Aralarından su sızmazdı. Hem bir iş ilişkileri hem de kadim bir dostlukları vardı.
Biraz sonra çalışma odasına geldi Zehra. Yemek masasına oturduğu kadar öfkeli değildi. Yoğun hayal kırıklığı ve birazda merakla oturdu çalışma masasının önündeki koltuğa. Sevecen suratlı, kır saçlı ve yaşına göre kuvvetli Kemal bey karşısında oturuyordu. Babası ayakta idi. Gerilmişti.
Tebessümle güldü Kemal bey’e Zehra. Yorgun ve bitkindi. Konuşmadı. Bu tebessüm hoş geldin için yeterliydi.
Herkes, her şeyi biliyormuş gibi sessiz kaldı. Gürültü kopmadı. Yakaya yapışılıp hesap sorulmadı. Kalabalık kelimeler arka arkaya sıralanmadı.
“Hastaydı” dedi Kemal büyük bir sessizliği bozarak. Gözleri yerdeki tam ortaya konulmuş eskitme bir halının desenlerinde gezerken.
Zehra, hüzünlü kömür renkli gözlerini irileştirdi. Koltukta doğruldu. Küt diye çöktü tek kelime çalışma odasına. Oda içinde volta atan Zehra’nın babası ise diğer köşedeki koltuğa oturdu.
Desenleri izlemekten vazgeçen Doktor Kemal, kafasını kaldırıp Zehra’ya baktı. Zehra pür dikkat gözleri açılmış kaşlarının üzerine hafif bir hüzün çökmüş ve göz bebeleri titremeye başlamıştı.
“4-5 yıl önce gelmişti Nazif bana. Üniversite de öğretim görevlisi arkadaşım yönlendirmişti. Öğrencisiymiş. Hastalığı ilerlemişti. Köyden gelmiş tabip, ilaç nereden bulsun tabi” dedi Doktor Kemal ve ayağa kalktı. Köydeki imkânsızlık ve çaresizlik rahatsız etmişti. Pencere önüne gitti ve birkaç saniye karanlığı izledi. Zehra merakla döndü. Ağzından çıt çıkmıyordu.
Karanlığa bakarak elleri cebinde sakin ve kelimeleri tane tane ifade ederek konuşmaya devam etti.
“Galiba birinci sınıfın ilk aylarında görüşmüştük. Hastalığı epey ilerlemişti. Sessizdi. Hastalıkta zorlamıştı belli. Yorgun ve bir o kadar ışıksızdı gözleri. Zorla gelmişti sanki. Arkadaşım gönderdiği için biraz daha özenle ilgilendim onunla. Aslında çok fazla umudum da yoktu. Belki bir yıl belki birkaç ay daha nefes alabilir diye düşündüm. Çünkü çok ilerlemişti ve hiçbir tedaviye başvurmamıştı. Düzenli aralıklarla muayene etmek için hastaneye çağırdım. Belki bir ilaç başlarız diye düşündüm. Ama birkaç muayene sonrası hastalığının gerilediğini gözlemledim. Şaşırtıcıydı. Bu hastalık için gerileme mucize gibi bir şeydi. İnanılmazdı. Ne yaptıysa yapmış bu hastalığı geriletmişti. Aslında farklı da bir şey yapmadığını söyledi. Yemesi, içmesi her şeyi aynıydı. Bir ilaçta almamıştı. Lakin gözle görülür bir değişim vardı. Gözlerinin içi inanılmaz gülüyordu. Hastalığın dedim gerilemiş. Umursamadı. Sanki hastalığın varlığı ve yokluğu onu ilgilendirmiyordu. Çok ilerlemiş dediğimde de pek tepki vermemişti. Aklımda kalan bir cümlesini hiç unutmam. İlk geldiğinde tetkik sonuçlarını açıklarken bana “”veren de alan da odur” dedi ve kalkıp gitmişti. Hastalığın gerilemiş dediğim de mucize cevap için de “veren de alan da odur” demişti ama bu kez gülerek. Sevinci de hüznü de aynı şekilde karşılamıştı” dedi doktor. Karanlıktan gözlerini aldı ve odanın içinde bir süre gezindi. Biraz sonra Zehra’nın karşısına geçti.
“Gerileme olmasına karşın hala büyük bir yol kat etmediğimizin farkındaydım. Belki gerilemişti ama bu sadece ölüm gününü biraz olsun ötelemişti. Gerileme belki de sonun başlangıcıydı. Bilemezdim ve süreci itinayla ele almaya karar verdim. Büyük bir riskle karşı karşıya olmamıza rağmen bu iyi oluş hali benim bu süreci daha sonrası için takip etmemde itici güç olmuştu. O süreçte durumu babanla paylaştım” dedi ve durdu.
-“Biliyorsun baban hastalara yardım fonu oluşturuyordu” derken Zehra’nın babasına bakıyordu. Zehra ise belki babasına dair yeni bir gerçeği öğreniyordu.
Sessizlik yine başladı. Zehra put kesilmişti. Titreyen kömür gözlerinden usul usul birkaç damla akmıştı. Babasına dair öfkesi artık daha azdı. Nazif yükseliyordu gönderine. Bir bayrak gibi, bir marş gibi yeri göğü kaplıyordu. Hüzün doluyordu Nazif yüklü bulutlar. Göğüne nokta dahi koyamayan duygular, artık bir istilanın habercisiydi.
Devam etti Doktor Kemal bir yaranın anatomisine…
“Gün geçtikçe daha iyi olduğunu gözlemliyordum. Her muayene milimde olsa bir umuttu. Biraz öncede dediğim gibi çok çok yolumuz vardı. Ve bu gelişmeler evet bir ışıktı ama karanlığı büyüktü. Her ne o olduysa oldu ve Nazif bir şifa kaynağı bulmuştu. Hangi ilacı içti ne yedi ne yaptı hiçbir şeye ulaşamadık. Gayet normal ve mütevazı bir hayatı vardı zaten. Usul usul, azar azar onu ne iyileştiriyordu bilemedim, doktorum ve bu belki de bilim için bir ışık olabilirdi daha da merak ediyordum. Belki bir buluştu. Psikiyatrist arkadaşımdan yardım aldım en sonunda ve birkaç kez de olsa onunla konuşmasını sağladım. ” dedi Doktor. Nazif’in iyileşiyor umudu, Zehra’nın gözlerinde hafif bir umut ışığı yakmıştı.
-“Psikiyatrist arkadaşım da görüşme de hastalığa neyin iyi geldiğine dair bir bulgu bulamadım dedi bana” “Bir ilaç, merhem ya da bir yiyecek ne bileyim hiçbir şey”
Zehra araya girdi.
-“Arkadaşınız görüşmesini detaylandırdı mı neler söylemişti”
Doktor:
“Farklı bir şey yapmadığını gözlemlemiş o da fakat sürekli yazı yazdığını anlatmıştı. Belki bir kitap dolusu yazmış olabilirmiş. Durmadan yazı yazıyormuş. Bazen dergilere şiir gönderiyormuş. Niçin yazdığını sorunca tebessüm etmiş. Yüzü kızarmış ama cevaplamamış” dedi doktor. Aynı anda Zehra’nın da yüzü kızardı. Tebessüm etti. Son günlerde ilk kez bu kadar içten tebessüm ediyordu.
“Hatta yazdıklarından bir parça arkadaşımla paylaşmış. Bir mektup şeklinde belki bir hikâye ya da bir iç dökme yazısı gibi sevdiği kıza yazıyormuş” dedi doktor.
Zehra utandı. Babasına doğru kaydı gözleri. Babası bir şeyler biliyormuş gibi birkaç saniye içinde gözlerini Zehra’dan kaçırdı.
Ortam yine buz kesti. Herkesin her şeyi bilmediği belliydi. Ama herkes bir şey biliyordu. Parçalar birleşince tablo yavaş yavaş ortaya çıkacaktı. Doktor Kemal de, babası da bir şeylerin itirafını yapıyordu kim söylemle kim hal diliyle…
Epeydir sessiz olan Zehra girdi araya ve konuştu. Dayanamadı artık.
-“Peki, babacığım sen neden engelledin o görüşmeyi”
Asıl soruyu çalışma odasına haykırdı Zehra. Pierre Lot nin hesaplaşması yaşanmalıydı. Doktor Kemal sustu. Söz sırası artık babadaydı. Doktor susarken birkaç cümlelik eklemesini az öteye ertelemişti.
Sahne babasındaydı. Kendince haklı kararının savunmasını yapacak kızgın, öfkeli ve hayal kırıklığı yaşayan kızının soru işretlerini gidermesi gerekecekti. Ayağa kalktı. Kızının yanına adımladı.
“Nazif’i ilk psikiyatrist ten öğrendim. Sana yazdığı mektupların içeriğini paylaştı.” Dedi. Doktor Kemal ve Zehra kaşlarını çatarak baktı babaya. Babası afalladı ve devam etti.
“Biliyorum etik değil hem de hiç değil. Kendimi savunmayacağım. Yanlış bir davranış ama bir babayım ben.”
Kendince savunması kabul görmedi ama bu hal, Zehra ve doktorun istifini bozmasına neden olmadı.
“Pieere Loti görüşmesini öğrendiğimde bunu engellemeye karar verdim. Nazif’i tanımıyordum. Korktum, Zehra’nın idealleri vardı ve bu görüşmenin hiç de iyi karşılığı olmayacaktı Zehra’nın kaderinde. Hastaydı belki de yakın zamanda ölecekti. Hem biz İstanbul’da köklü bir aileyken o ise Anadolu da normal bir aile; kültür farkı, yaşam farkı ve bir o kadar dünyaya bakış farklılığı var” dedi ve durdu saydığı nedenlerin kabul buyurmasını ister gibi gözlerini belirginleştirdi. Babalık mesuliyeti ve koruma içgüdüsü, insan olma hüviyetinin önüne geçti. Zehra babasının statüye takılmayacağından o kadar emindi ki. Biliyordu bu savunma, yaptığını meşrulaştırma ve vicdanını rahatlatması çabasıydı.
“Buna kendinde inanmıyorsun değil mi baba?” dedi Zehra kendinden emin bir sesle. Sonra dişlerini sıktı. Babasının savunmasına öfke hissetti. Onu anlayabilecek ruh halinde de hiç değildi.
“hastaydı kızım hasta, annen ömrünü hastalıkta geçirdi ve sonra beni bırakıp gitti. Ölecek bir adamın senin karşına geçip aklını bulandırmasını istemedim” dedi. Aslında kendi kaderinde acı bir deneyimi olan baba, belki de kızının benzer bir güzergâhtan geçmesini istemedi. Kendi korkularını yaşamasını istemedi. Ağzındaki baklayı sonunda çıkarmıştı Zehra’nın babası.
Sonra baba sustu. Bir büyük yükü omzundan atmış gibi sustu. Zehra ağzını açmadı. Babasına ne diyebilirdi şimdi o da kendi korkularını evladında görmek istemeyen bir rota çizmişti.
“Ama baba” dedi Zehra, “keşke” ne diyebilirdi, bilemedi. Dolu yüreği susan boğazına düğümlendi. Gözleri doldu. Elleriyle ağzını kapadı.
Kızını ilk kez böyle gören baba sarılmak istedi. Adımladı ama cesaret edemedi. Bir karar vermiş ve yapmıştı. Zehra’nın iyiliği için belki de kendi korkularıyla yüzleşmek istemedi.
Zehra sustu. Baba çöktü kaldı ahşap sandalyeye. Herkes hesaplaşmanın bir köşesine çekildi. Karanlık uğuldadı. Duvardaki saat yol aldı. Gözyaşını usul usul kömür karası titreyen bulutlarından saldı Zehra. Doktor ise kalan cümlelerini bırakacaktı. Baba kız hesaplaşmasını bitmesini beklemişti. Belki de en büyük etkiyi şimdi yapacak cümleleri sona bırakması da bundandı. Doktor kemal ciddiyete büründü kelimeler zor çıkacak Zehra belki de daha hüzne boğulacaktı. Hiç görmediği ve tanımadığı bir adamın hikâyesine bir acı doğurmuş ve yüreğinde yavaş yavaş büyütmeye başlamıştı. Sahi Zehra’yı kendi dünyasından alıp hiçte tanıdığı olmayan bu evrene getiren neydi? Anadolu’dan kopup gelen bir adamın içler acısı hastalığı mı yoksa belki de yüreğine oturan hüznün şifası mı? Pierre loti ise hep aklının bir köşesinde rahatsız ediyordu. Defalarca kurguladığı görüşme ya gerçekleşseydi?
“Bundan 6 ay önce filan artık hastalığı yeniden uyanmaya başladı. Geri adımlayan hastalık, birden nüksetmiş yıllarca biriktirdiğimiz küçücük umut tanelerini yerle yeksan etti” dedi doktor. O da ağzındaki baklayı çıkardı. Zehra için bu gece bitmeyecek hüznün her çeşidini yaşamaya devam edecekti.
Başını ellerinin arasına alan Zehra, ıslak gözlerini doktora çevirip şaşkınca sordu.
-“Bu nasıl olur doktor şuan o kötü mü yani?”
Doktor başını salladı umutsuzca. Ve babasına döndü. İcazet almış gibi geri Zehra baktı.
“O halde nasıl oluyor biranda o iyiye giderken” Zehra çıldıracaktı. Nazif yavaş yavaş iyileşirken bu geriye gitmede neyin nesiydi.
“Yazmayı bırakmış kızım” dedi doktor.
“Ne” dedi Zehra. Anlamsız cevapla irkildi. Doktor cevabın anlamsız olduğunu biliyordu ama kendinden emindi.
“Son yapacağımız tetkik için bana geldi ve sonuçlarını dahi öğrenmedi. Çünkü bana bir daha gelmedi. En son kliniğe uğramış ve veda edip buralardan gideceğini söylemiş. Psikiyatristin söylediğine göre artık yazmayı bırakmış. Arkadaşımın söylediğine göre bizim senelerce araştırdığımız o gerilemenin şifası yazmakmış yani Nazif yazdıkça şifa bulmuş, içinin kapılarını açmış, yolunu göğünü değiştirmiş…”
Doktor durdu ve son noktayı koymak için ayağa kalktı.
Zehra kızım, Nazif seni sevdikçe şifa bulmuş, seni sevdikçe umutlanmış, umutlandıkça yazmış ve hastalığa yıllarca meydan okumuş, senden kurduğu kalelerle savaşmış hastalık düşmanına, seninle güç bulmuş meydan okumuş adeta. Çok sonra anladık bunu; Nazif’i senin sevgin biraz olsun iyileştirmiş” dedi ve derin bir nefes alıp sustu doktor. Hem de ne susuş, kâinatı yerinden oynatan bir sessizlikle.
Zehra yıkıldı iki göğün arasında. Baba ve doktor ise elim bir çaresizliğin simgesi gibi oturdu sessizliğin başkentine. Hesaplar görüldü ve enkazından altında koca bir Zehra kaldı. Şifa olduğu adamın belki de ölüm meleği olmuş gibi yıkıntılar içindeydi. Ama bunlardan zerrece haberi olmaksızın…
Anlamsız bir suçluluk hissetti. Nazif nasıl bir sevda beslemişti yüreğinde hala inanamıyordu. Sonu belli bir hastalığın, şimdiye kadar dermanı bulunamayan bir illetlin mucizesi olacak kadar büyük sevmişti Zehra’yı. Yıllarca Zehra’nın sevgisiyle hastalık çukurundan sanki tırnaklarıyla kazıyarak çıkmaya çalışmıştı Anadolu’nun buğday tenli çocuğu…
Gözleri yaşlı doğruldu yerinden. Kimseye bir şey demeden saçlarını geriye attı. Yüzü solmuş gözlerinden akan yaşlardan şişmişti. Kızgın ve öfkeli baktı babasına. Baba bilmeden bir şifayı kesmişti Nazif’in damarlardan. Farkındaydı baba kız. Yavaşça çıktı odadan. Ses etmedi. Gürültü koparken, yıkılırken koca memleketler, ortaya çıkan sesin bir frekansı yoktu içinden şehirler göçüyorken…
Odasına geldi. Işığı yaktı gece lambasını açtı ve sonra tekrar karanlığa boğdu odayı. Az ötede gece lambasının yansıdığı sandığı gördü. Anne şefkatiyle okşadı. Birkaç damlayı serbest bıraktı Nazif için. Ağrıyan koca bir kalbe sahipti artık. Külçe ağırlığında hüznü yanına aldı. Yatağına uzandı. Sandığa sarıldı. Nazif’i sarar gibi…
Gün doğumuna koca bir hüzün bıraktı gece. Zehra’nın kollarında yaralı bir acı, elenmiş gerçekliğin yüze çarptığı bir hakikatin perdesini aralıyordu sabah.
Hakikatini alıp nere giderdi Zehra, bu hüznün koyu gri halini nasıl içselleştirirdi zaman gösterecekti. Durmazdı Zehra herkes biliyordu bunu. Yatak döşek yatıp kabuğuna çekilmezdi.
Ötede ise şifasını İstanbul’da sayfalara bırakmış Nazif’in hüznü katmerleşiyordu. Yoluna koyamadığı bir dünyalık ve eskitemediği bir ahretliğin başucunda…
5.0
100% (1)