0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
163
Okunma
Ebû Hanîfe: İstikamet Yolunun Âlimi
Yazar: Murat Kerem
İlim ve İstikamet Yolcusu
Tarih, bazen büyük ordularla; bazen de bir insanın kaleminden dökülen kelimelerle yazılır.
Ebû Hanîfe’nin hayatı da kılıçla değil, ilimle ve istikametle inşa edilmiş bir destandır.
O, yaşadığı çağın kargaşasında yalnızca fetvalarıyla değil; dik duruşu, sarsılmaz imanı ve ilmini siyaset için satmayan cesaretiyle yeni bir yol açtı.
Bir tüccarın dükkânından çıkıp, milyonların vicdanına ışık tutan bir âlimin hikâyesidir bu.
Ebû Hanîfe (699–767), İslâm düşüncesinde sadece bir fakih değil; istikametle adaleti, ilimle takvâyı birleştiren bir yolcuydu.
Onun hayatı, “İlim, amel olmadan fayda vermez; amel de niyet olmadan kabul edilmez” [1] hakikatinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Ve o ömür, yalnızca kitaplarda değil; milyonların amellerinde, dualarında, adalet arayışlarında hâlâ yaşamaktadır.
Kûfe’nin Sokaklarından Başlayan Bir Hayat
Hicrî 80 yılı…
Kûfe’nin bereketli topraklarında, ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu dünyaya geldi: Nu‘mân bin Sâbit.
Yıllar sonra bütün ümmet onu “Ebû Hanîfe” olarak anacaktı [2].
Çocuk yaşta Kur’ân’ı hıfzetti; ardından dönemin önde gelen âlimlerinden ders aldı.
Ticaretle de meşguldü; ipek ve kumaş satarak geçimini sağlıyordu.
Bir gün, İbrahim en-Nehaî’nin talebelerinden biriyle karşılaştı. O zat ona şöyle dedi:
— “Sen ticarette gayretlisin, fakat bu zekâ ilimle taçlanmalı.”
O söz, gönlünde bir kapı araladı. Ticaretin bereketini bırakmadı ama kalbini ilmin nuruna yöneltti.
Kûfe’de İlim Halkaları ve İçtihadın Doğuşu
Kûfe, sahâbe talebeleriyle dolu bir şehirdi.
Abdullah bin Mes‘ûd’un ilim halkası orada yeşermiş; yüzlerce âlim, fıkıh meclislerinde yetişmişti.
Ebû Hanîfe de bu zengin atmosferin içinde olgunlaştı.
O yalnızca rivayet eden bir âlim değildi. Kendisinden bir mesele sorulduğunda şöyle derdi:
— “Önce Kur’ân’a bakarım. Bulamazsam sünnete başvururum. Orada da yoksa sahâbe kavillerine yönelirim. Eğer bir hüküm bulamazsam, o zaman kıyas ederim.” [3]
Serahsî, el-Mebsût’un girişinde bu prensibi aktarıp der ki:
“Ebû Hanîfe, kör bir naklin değil; dirayetle işleyen bir içtihadın temsilcisidir.”
Onun meclisleri dolup taşardı.
Talebeleri şöyle anlatır:
— “Biz hocamızla birlikte kırk gün boyunca tek bir meseleyi tartıştık. O sabretti, biz sabrettik; sonunda hakikate ulaştık.” [4]
Bu dirayet, onu sadece bir fakih değil; Kitap ve Sünnet’in ruhunu arayan bir düşünür kıldı.
O, hüküm çıkarırken aynı zamanda insanın vicdanına, toplumun adaletine yön veren bir akıl inşa ediyordu.
Zühd ve Ahlâkı
Ebû Hanîfe, yalnızca ilim adamı değil; yüksek ahlâk ve zühd timsaliydi.
Talebeleri şöyle derdi:
— “O, bir gecede Kur’ân’ı baştan sona hatmeden bir zâhiddi.” [5]
Ticarette dürüstlüğüyle meşhurdu.
Bir defasında ortağı yanlışlıkla kusurlu bir kumaşı tam fiyatına satmıştı.
Ebû Hanîfe, o kazancın tamamını sadaka olarak dağıttı [6].
Sultanların davetine icabet etmedi, iktidarın gölgesinde ilmini satmadı.
Abbâsî halifeleri onu kadılık görevine çağırdıklarında şöyle dedi:
— “Ben bu görev için ehil değilim.”
Halife karşılık verdi:
— “Yalan söylüyorsun!”
Ebû Hanîfe tebessüm etti:
— “Eğer yalan söylüyorsam, zaten ehil değilim; doğru söylüyorsam, yine ehil değilim.” [7]
Bu cevap, hem zekâsının hem de dünya karşısındaki dirayetinin en veciz örneğidir.
Bir başka kalemin dediği gibi: “O, hakkı söylemek için sultanın önünde eğilmeyen bir minareydi.”
Talebeleri: İlim Zincirinin Halkaları
Ebû Hanîfe’nin en büyük mirası, yetiştirdiği talebelerdi.
Ebû Yûsuf ve Muhammed eş-Şeybânî, onun fıkhını sistemleştiren iki büyük isim oldular.
Abbâsî sarayında kadı’l-kudât olan Ebû Yûsuf, hocası hakkında şöyle der:
— “Bizim ilmimiz, Ebû Hanîfe’nin ilminden bir damladır.” [8]
O’nun mektebinde sadece fıkıh değil, adalet, sabır ve istikamet de öğretilirdi.
Talebeler, hocasının dizinin dibinden kalkarken fetvalarla birlikte bir duruş mirası da alırlardı.
Bir Yolcunun Vedası
Hicrî 150 yılı…
Abbâsî halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr, kadılığı reddettiği için onu hapse attırdı.
Rivayete göre orada işkence gördü ve zindanda vefat etti [9].
Son nefesinde ellerini semaya kaldırarak dua etti:
— “Allah’ım, bu beden benim için ne kadar kıymetliyse, senin huzuruna çıkmak da o kadar kıymetlidir.”
Cenazesi Kûfe’de kılındığında on binlerce insan sokaklara döküldü.
Onun ardından şu dua yankılandı:
— “Allah’ım, Ebû Hanîfe’ye rahmet et! O, dini senin kitabın ve Resûlünün sünneti üzerine bina etti.” [10]
Halifenin Akıbeti
Abbâsî halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr (ö. 158/775), kısa süre sonra hacca giderken Bîr-i Meymûn denilen mevkide aniden hastalandı.
Taberî ve İbn Kesîr’in rivayetine göre, “Kâbe’yi göremeden ruhunu teslim etti.”
Ölüm döşeğinde, yaptıklarından dolayı büyük bir pişmanlık duyduğu, bazı âlimlerin hakkını helâlleştirmek için vasiyetler bıraktığı nakledilir [et-Taberî, Târîh VIII, 177; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 136].
Tarihçiler der ki:
“Zindanda zulmettiği âlimin duası, Mekke yolunda onu buldu.”
Mirası ve Sonsuz Etki
Bugün Hanefî mezhebi, İslâm dünyasının en geniş coğrafyasına yayılmıştır:
Anadolu’dan Balkanlara, Orta Asya’dan Hint altkıtasına kadar milyonlarca insan onun içtihatlarıyla amel etmektedir.
Fakat asıl mirası, yalnızca fetvaları değil; adalet, istikamet ve ilmî metodolojisidir.
Bir kalemin dediği gibi:
“O, siyasete kapılan bir ilmi değil; ilme teslim olan bir siyaseti temsil ediyordu.”
Ebû Hanîfe’nin sıkça dile getirdiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
— “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” [11]
İlimle İstikametin Pusulası
Ebû Hanîfe’nin hayatı bize şunu öğretir:
İlim, istikametten koparsa zulme kapı açar.
İstikamet, ilimle birleştiğinde ise adalet doğar.
Onun yolculuğu ticaret dükkânında başladı, Kûfe’nin ders halkalarında olgunlaştı, zühd ve direnişle taçlandı.
Ve bugün, onun nefesi hâlâ adalet arayan gönüllerde yankılanmaktadır.
İbret olsun ki:
O, kadılık makamını reddetti; çünkü adaletin siyaset uğruna eğilip bükülmesine razı olmadı.
Bugün nice insan makam için hakikati feda ederken, Ebû Hanîfe’nin dirayeti bize şunu hatırlatır:
Hakikat için dimdik duran bir insan, bin eğri omuzdan daha ağır basar.
Kaynakça
[1] İbn Abdilberr, Câmi‘ Beyânü’l-İlm ve Fadlih, cilt 1, s. 35.
[2] Zehebî, Siyerü A‘lâmü’n-Nübelâ, cilt 6, s. 390.
[3] Şemsü’l-Eimme es-Serahsî, el-Mebsût, cilt 1, s. 3.
[4] Kureşî, Cevâhiru’l-Mudıyye, cilt 2, s. 118.
[5] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, cilt 10, s. 107.
[6] Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, cilt 13, s. 380.
[7] Zehebî, Siyerü A‘lâmü’n-Nübelâ, cilt 6, s. 398.
[8] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, cilt 10, s. 451.
[9] Beyhakî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, s. 123.
[10] İbn Sa‘d, Tabakâtü’l-Kübrâ, cilt 6, s. 390.
[11] Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Evsat, no: 5937; ayrıca bkz. Beyhakî, Menâkıbu Ebî Hanîfe, s. 25.