2
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
385
Okunma
Uçsuz bucaksız griye çalan bir gökyüzünde sabahın sersemliğiyle bir olan gün doğumuydu. Sabah dedimse çetin bir soğuk, kamçılı bir güneşin gizlenmiş bulutlara sığındığı sıcağın soğuğa yer verdiği zamanlardandı. Delilenmiş sis borularından devşirdiği sessizliği sırtına almış yola revan olmuştu. Son trene binecek ve kendinden göçer gibi buraların boğazından geçen nefesini terk edecekti.
Bu şehre yetememiş bu şehir de ona göz kırpmamıştı. Şehir insanı terk edemezdi. Bedeni zihnini bırakıp usul usul adımlayacaktı. Ağırlaşmış dünyasını alıp şehrin koynundan bir dumanın üflemesiyle akıp gidecekti. Geldiği zamanı hatırladı. Elinde tek bir valiz ve yüzlerce umut ve bir o kadar geride bıraktığı geçmişi…
Okumaya diye gelmişti bu kente ve sonra anladı ki Zehra için gelmişti bu şehre. Üniversitenin ilk zamanın da tanışmış kısa zamanda âşık olmuştu. Koca şehrin gizeminden sıyrılıp Zehra‘nın sırrına akıp gitmişti.
“Oğlum koca şehrin girdabından sıyrılamazsın gitmesen oralara” demişti Anası. Boynunu bükmüş Nazif’in ellerini avucuna alıp usulca öpmüştü. “Bir başına ne yaparsın oralarda uçsuz bucaksız şehir seni içine alır da kendini bulamazsın oğlum”
Nazif anasının bu sözünü hatırladığında tren garına gelmiş cebinden çıkardığı sarılı tütünü içmeye başladı. Üşüyen dudaklarına iki parmağının arasını kavuşturduğunda acı bir dumanı içine çekmişti.
Bu şehir mi onu içine çekmişti. Yoksa o mu bu şehri bilemedi. İçine çektiği dumanın ciğerini yakması da çabasıydı.
“Şehrin suçu yok ki anam” diye mırıldandı. “Şehrin benden bile haberi yok” dedi son dumanı üflerken. Zehra yükleniyordu ciğerine. İliklerinden ayıramadığı bir aşkın ansızın siyah basmış kara akan dereler gibi kanında akıp gidiyordu.
Ruhun deli vakitlerinde ve dünya telaşının en görkemli zamanlarında buraya ayak basmıştı. 70’lerin ortalarına doğru üniversite okumak için gelmiş; yol, iz bilmez diyarların körelmiş yabancılığıyla alışmaya çalışmıştı. Anadolu’dan İstanbul a gelmek büyük meseleydi o vakitler. Köhne, sakin ve doğal yaşamın gölgesinden sıyrılıp büyük memleketler diyarının en şaşalı şehrine gelmek meziyet gerektirirdi. Bu şehir insanı yoğurur, eritir ve kamçılardı. Dayanabilen kalabalıkların içine empoze olur ve alışır giderdi. Bu şehrin hengâmesine ayak uyduramayanların ise bir şekilde kaybolur giderdi.
Nazif şehre direndi. Ayak uydurdu ayakkabılarının izini değiştirmeden. Kalabalıkları bastırdı ruhu kalabalığa karışmadan. Anasının bu şehir seni yutar sözlerini hep anımsadı. Büyük lokma oldu boğazında kaldı şehrin. Ancak Nazif her şeyi hesap etti de bir şeyi hiç planlayamadı. Tedbir alamadı. Zehra’yı görür görmez ruhundan teslim etti şehrin ellerine anahtarını. Gölgesine bile saygı duydu sevdanın. Zehra bu şehrin merhametiydi. Sisli yedi tepeli bu toprakların, içe kapanık tarafının güneş gören tepesiydi. Kara akan derelerin beyazlığı, karanlığın en görkemli ışığı ve en sıradan olguların farkına varamadığı bir sırdı Zehra.
İlk ayak bastığında otobüsten iner inmez Zehra yı görmüştü. Koca şehrin ilk yüzü oydu. Başka da yüz görmedi ondan sonra. Zehra 2. Sınıftı ve yeni gelen öğrenciler için rehberlik yapıyor, şehri tanıtarak öğrencilere yardımcı oluyordu. İstanbul sanki Zehra idi. İner inmez kaybolmayan suların boğazına kadar sardığını hissetti. Koca bir şehrin silinip her caddenin tabelasına Zehra yazıldığını gördü. Sokaklar boştu. Zehra’nın adımlamalarıyla doldu. Her köşede Zehra diyen bir sırrın şiirini dillendirdi. Yüreği doldu taştı Nazif’in. Fakat ses etmedi. Ağzını açıp bir şey diyemedi. Utandı. İlk adımda ruhuna ektiği Zehra’yı büyüttükçe büyüttü. Yazdı Nazif. Kelimeler örgü sıradan kalbin ışıltısıyla bezediği. Durmadan yazdı Zarif. Kalemler tüketti. Ruhunu eritti beyaz zarfların en mistik azizliğine.
“ Aynı fakültenin bir üst sınıfında okuyan birini yüreğine açtıysan işin zor” dedi arkadaşları. Her an karşılaşıp yürek sızını tazelemek Nazif’e ağır gelmedi. Görmek şifadır dedi. Merhemdir ruha, gözünün iklimiydi Zehra. Karşılaştıkça büyüttü Zehra’yı. Büyüttükçe kökleşti.
İlk tatilde memlekete gittiğinde köyden arkadaşı demişti. “oğlum sen kör kütük âşık olmuşun lan hani şu filmlerdeki gibi”
Adına koyamadı Nazif. Film miydi, resim miydi bu neydi. Her ne derlerse desinler İstanbul artık Zehra idi. Gözlerinin manzarası, kalın damarlarının akanı ve iliklerinden zihnine meyleden sevgisiydi Zehra.
Zehra, Nazif’in küçük yüreğinde koca bir çınar olduğundan bi haberdi. Fakültenin en gözde öğrencilerinden, atılgan, güçlü ve bir o kadar yürekli kızı Zehra. Büyük şehrin kudretli yolcusu olmaya muktedir kadını Zehra. Ailesinin de gözdesi ve geleneğini ileriye taşıyabilen bir karakterdi Zehra.
Büyük hedeflerin yürekli öncüsü olma hayaliyle yetiştirilmiş Zehra, bu uğurda kendi benliğini de fazlasıyla seferber etmişti. Babasının kurduğu düzenin saltanatına görkemli bir törenle hazırlandığı aşikârdı.
Yüksek mertebeler basamaklarını birer birer adımlayan Zehra için belki de başka ihtimalli bir dünyanın hülyası kurulamazdı. Okulun en kıdemlisi olarak sahnesini tamamlayacak ve atasının mirasına ram olacaktı.
Zehra’nın dünyasında Nazif için zerre miskal yer var mıydı? Koca bir şehirden daha çok büyüttüğü Zehra’yı yüreğinden taşıran Nazif, bu uğurda neyi feda edecekti? Bir aşkın çınar olduğu yüreğin Zehra’nın nazarında gölge kadar hükmü var mıydı?
Bu sorular hiç cevap bulmadı. Nazif sevdi. Zehra kendi tahtının mürüvvetine payelenmek adına tuğlaları usul usul yerine koydu.
Sigara tabyasından bir tütün daha sardı. Soğuğun keskinliğini kırmak için dudaklarının arasına kıstırdı. Usul usul çekti dumanı.
“Kanadı kırık kuş merhamet ister” diye mırıldandı. Sezai abi nin hüznü kapladı göğü. Çok severdi şiiri. “Sezai Karakoç” bir başkaydı. Aşkta kaybolmanın lahikası “Mona roza” diline pelesenkti. Başlayıp okumak istedi baştan sonra. Ama Geyve’nin güllerini kana boyamak istemedi.
Elindeki valizi duvar dibine bıraktı. Sessizce sırtını dayadı duvara. Bir ayağını dayanak olsun diye büktü ve destek yaptı.
Bir yandan derin derin sigarasını içiyor dumanı ağzından çıkardıkça derin hüzün iklimlerinin sis bulutlarını geçen trenlerin sırtına yaslıyordu. Veda etmeyi hesap edemeyen sıkılganlığını hissediliyordu. Gözleri gergin ve hüzünlüydü. Dağınıktı zihni İstanbul da koca bir aşk bırakıyordu her köşeye.
“Neredesin oğlum sen” diye bir ses duydu sonra. Kafasını çevirdi Nazif. Umursamadı tekrar iki parmağının arasına gitti nefesi. Seri adımlarla bu tarafa doğru paltolu bir genç koşuyordu.
Az sonra yanına geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Elini Nazif’in omzuna koydu. Nefeslenmek istiyordu.
-“Nereye gidiyorsun Nazif kimseye haber vermeden”
-“memlekete dönüyorum İbrahim ” dedi dumanı üflerken bir sitemli bakışla…
İbrahim, İstanbul un Nazif için dostluk kavramının vücut bulmuş haliydi.
“Memlekete mi” dedi şaşırarak İbrahim.
Anlamsız bulmuştu.
-“Kimseye bir şey demeden bi habersiz mi yani”
-“Şimdi haberin oldu” dedi Nazif. İbrahim ilk kez onu bu kadar gergin görüyordu. Sertti. Bakışları da sözleri de bu durum İbrahim in de garibine gitti. Elini omzundan çekti.
Uzaktan bir trenin bağrışması kulağa ilişti. Nazif sigarasını içerken göz ucuyla baktı. Bu gelen onun treniydi. Son sigarasını bitirdi ve çöpe doğru gitti. İbrahim arkada öylece kalakalmıştı. Neden gittiğini biliyordu. Ama niçin gittiğini söylememişti. Elinde valiziyle tekrar İbrahim in yanına geldi Nazif. Bu kez güleçti. İbrahim’i severdi. Elini uzattı tokalaşmak için İbrahim karşılık verdi. Amma bu merasim fazla resmiydi. İki kardeş gibi sarıldılar tren önlerine gelip durduğunda.
“Maraş yolcusu kalmasın” diyene kadar sarıldılar. Kardeşten öte bir birliktelik için bu veda yakışırdı.
Nazif trene binerken ayağını attı ve durdu. Geri döndü. Hüznü tekrar çökmüştü. Yorgundu. Bitkindi. Solgundu.
-“Bu şehir beni çok yordu İbrahim” dedi. Küsmüştü. Pes etmişti. Yüreği dayanamayanların memleketine dağ başlarına geri dönüyordu ruhunun perçinlenmiş tarafı.
İbrahim tebessüm etti.
“Yine şehre suç buldu. Toz konduramadı Zehra’sına” dedi.
Nazif acı acı güldü ve trene bindi. Az sonra dumanı üstünde ayrıldı.
İbrahim arkadan baka kaldı. Biraz mahcup, biraz güleç, biraz umutlu ve azcık ta suçlu baktı.
-“Umarım bana kızmazsın Nazif” dedi. Elini cebine attı ve posta pulunu çıkardı.
İbrahim, Nazif ten habersiz yıllarca yazdığı tüm mektupları bir çırpı da Zehra’nın evine postalamıştı. Nazif şehre de Zehra ya da veda etmişti. Ama Zehra, Nazif’in aşkıyla daha yeni tanışıyordu...
5.0
100% (3)