Kılavuzu para olana her kapı açıktır. shakespeare
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(11) AYAKKABILAR

Yorum

(11) AYAKKABILAR

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

115

Okunma

(11) AYAKKABILAR

“ Uçakla yolculuk yaptınızmı hiç?”
Diye bir soru sorsam, bu soruyu çok yersiz bulacağınızdan, sorumu en iyisimi ben;
“Kendini bulutların üzerinde hissedebilen biri varmı içinizde?”
Diye düzeltmeliyim. Ama uçak penceresi ardında oturan biri gibi değil, gerçekten o pamuk gibi bem-beyaz bulutların üstünde yürüyebilen, içine giren yada yeryüzünü oradan gözetleyebilen biri? Yerküre üstü serpili dağlarla, köylerle, ormanlarla bir halı üstünde boncuk oynar gibi oynayabilen...
İşte böyle düş gücüne bile kafa tutan biri; Sıçrar uçağın penceresinden dışarı,
“O bulut senin, bu bulut benim!“
Diyerek darma-dağın eder yer çekimini tüm uçuş boyunca. Ama yinede bilir, birde bunun yere inince Havaalanı Terminali’nde polis-pasaport kontrolu olduğunu ve korkudan üçbuçuk atar. Çünki 12 Eylül 1980 Cuntası’ndan bir ay önce yurt dışına kaçmış olduğundan.
Şimdi siz bana;
“Bu tüm saçmalıklarının AKÇE romanının hikayeleri ile ne ilgisi var?“
Diye soracaksınız. Ben bu soruya cevap vermeden önce izin verirseniz sizlere ilkin bir sırrı açıklamak istiyorum. “Edebiyatdefteri” internet sitesi dahil, tüm yakın-uzak Türk ve yabancı yazarların yazılarını olanak buldukça okurum. Bağzıları bana sığ yada çok ağır gelir, içinde çok gerçekçi olanlar vardır, hatta edebiyat kurallarına harfi-harfine uyanlar yada suya-sabuna dokunmayanlar...
Kesin bir yargıya varmadan önce (Uçakta olsakta-olmasakta) “O bulutların üstünde olabilme gücü” bence çok önemli. Durduğumuz, oturduğumuz, yaşadığımız, düşlediğimiz ve yazdığımız ortam neresi olursa olsun, o topraklar üstünde yaşayan insanların; Alaşılmış, kopuk, anlaşılmayan, karma-karışık, birbirinden habersiz ve düşünmeden olağan olarak kabüllendikleri edimlerini kuş-bakışı göebilme zevkidir bu gizem. Bimem anlatabiliyormuyum?


Vapur Çanakkle iskelesine yaklaşırken hiç kimsenin anlayamadığı tuhaf şeyler olmaktaydı bu şehirde. Boy-boy, çeşit-çeşit, erkek ve kadın ayakkabıları kayboluyordu nedense;
“ Oğlum, nerede benim ayakkabılarım? Dün tamirciden almadın mı?”
“ Aldım baba.”
“ Peki nerdeler?”
“Bilmem?”
Diyen çocuk, babasıyla birlikte kaybolan ayakkabıları yeniden aramaya koyuldu.
Bir genç ise;
“Ana, nerede benim futbol ayakkabılarım?”

Diye sordu;
“ Nereden bileyim oğul? Top oynayan benmiyim?”
“ Hüsnü çalmıştır yine! Bir yakalarsam bacaklarını kıracağım veletin!”

Ama ondan 3 yaş küçük olan kardeşi Hüsnü almamıştı. Çünki 2 numara büyük olan bu ayakkabılarla kaleye gol değil, ayakkabıyı fırlatmıştı son kere;
“Yemedik be, giydik!”
“Ulan, birde yeseydin bari. Çıkart!”

Ya namaz sonrası ayakkabı rafları önündeki kargaşa? Beyaz takkeli yaşlı bir adam ak sakalını sıvazlayarak;
“ Ula, kim yürüttü benim ısmarlamalarımı? Tanrı evinde hırsızlık mı olur ? Allahtan kork ahlaksız herif! Günah be, günah! Haydi alacaksan alda, eskilerini bırak! Beni yalın ayak eve gönderip rezil edeceğine!”

Başını yukarı kaldırıp iki elini göğe doğru açtı ve;
“ Cezasını sen ver ulu Rabbim! Adaletine sığındım.”

Diye ağlamaklı bir şekilde ondan yardım istedi.
Hele kel kafalı biri, elinde tuttuğu tek pabucuna bakarak;
“ Tekini çalmış, biri kalmış. Tek bacaklımı ne? Ben şimdi sekerek mi gideceğim eve? Alacaksan kisinide alsaydın ya bari be hergele!"

Diye saçsız başını kaşıyarak hırsıza küfürler yağdırıyordu.
Namazlık mestleri ayağında, üstüne geçireceği lastik üstlükleri arayan Hacı İbrahim Ağa ise bir eliyle gıcır-gıcır parlayan yumuşak deri namazlıklarını okşayarak;
“Yahu, ucuz lastik mi kalmadı çarşıda. Şimdi ben bu güzelim altı ince kösele mestlerimlemi gideceğim eve? Kirlenecekler yazık!"

Üzülüsüyle, yolda mundar olacak namazlık mestlerini nasıl kırklayacağını düşünmekteydi;
” Acaba bir dahaki sefere Camiye yedek lastik üstlükler alarak mı gitsem?”

Diye garip bir çözüm bile bulmuştu kendi-kendine.
Bir genç kız ise;
“ Anne! Nerede benim deri çizmelerim?”
“ Kız sen aklını mı kaçırdın! Bu sıcak havada uzun topuklu, içi kürklü deri çizme mi giyilir?”
” Olsun! Benim değil mi, neredeler?”
“ Nerden bileyim ayol!”
Bazı ev kadınlarının da sivri uçlu, yüksek topuklu, rengarenk moda ayakkabıları kaybolmuştu ya, herbirinin giyecek birkaç çift fazlası olduğundan, eksikliğini bile hissetmediler. Helen ve Phillipp de bizim gibi, bu garip olayların sebebini ayaklarını Çanakkale toprağına bastığında öğreneceklerdi.
Oysa bugün Çanakkale şehrinde huzur dolu, sakin bir gün başlıyordu. İskelenin iki yanındaki sahil şeridinde yürüyüş yapan mutlu neşeli insanlar günün tadını çıkarıyorlar, belki de haberleri bile olmadan boğazın tılsımlı yelinde ruh ve düşünce yeteneklerini yuğup-yıkayarak arındırıyorlardı. Masa ve sandalyelerini gezi yoluna atmış birkaç kahve ve lokanta müşteri bekliyordu ama, hepsi sabahın bu erken saatlerinde yarı dolu idiler.
Bir gece öncesi belediye tarafından düzenlenen; Eğitim kurumları, Kültür ve Spor Dernekleri’nin katılımları ile gerçekleşen ve hafta sonuna dek sürecek olan bu “Halk Şenliği” nin mutlu kalıntıları kıyı şeridinde izlenmekteydi. Seyyar satıcılar konukların önünü kesmemeye özen göstererek büyük-küçük, tekerlekli-tekerleksiz tezgahlarında mallarını tanıtıyor; Ev hanımları, öğrenciler, çocuklar, delikanlılar, emekli ihtiyarlar yolun kıyısına dizdikleri sergilerinde el işi sanat hünerlerini satarak, küçük uğraş katılımları ile geçim gelirlerini arttırmaya çalışıyorlardı.
Neler yoktu ki bu sergilerde neler? Aklınıza gelen ve gelmeyen alın teri-göz nuru her şey; Kolyeler, bilezikler, dantel masa örtüleri, el işi perde kenarları, baş örtüler, renk-a-renk mineli yazmalar, cep telefonları, minik bilgi sayarlar, kaset, MP3 disk çalıcı ve oyunları, kartpostallar, boy-boy afişler ve daha niceler? Hepsi ama hepsi bu şenlikten payını almak için büyük umutlarla beklemişlerdi bir gece önce alıcılarını.
Şimdi ise; Ara-sıra denizin hışırtısı, geçen bir vapurun düdüğü, martı sesleri, tahta iskeleye vuran bir kayık küreğinin tıkırtısı, arı-sinek-sivrisinek vızıltısı, sahil şeridinde koşuşan çocukların cıvıltısı birbirine karışmış bir şekilde dün geceden arta kalmış canlılığa renk katarak insana huzur veren bu güzelliğe eşlik ediyordu. Ya köpekler, kediler? Birlikte olmanın, birarada hep beraber bir huzuru paylaşmanın, yan yana, kardeşçe mutlu olarak yaşamanın tadını çıkarıyorlardı;
“ Olmaz efendim, böyle şey dünyada olmaz!”
Demeyin. Bunu olanaksız kılan belkide sizin ayrıcılığınız olabilir? Burada hayvanlar bile, birlikte eşit olmanın, kavgasız-silahsız-savaşsız mutlu yaşamanın; En kalıcı, en uygar ve en bilge bir şey olduğunu bizden daha iyi anlamışlardı herhalde.
Arabalı Vapuru’na binmek için iskele alanında park yaparak bekleyen arabaların içi şimdi oturulamayacak kadar sıcak olduğundan yolcular dışarı çıkmış, birbirleriyle sohpet ederek yada çevreyi seyrederek bu tatlı güne katılmaktaydılar. Seyyar satıcılar, hammallar, taksi şöförleri, iskele memurları, emniyet görevlileri, genç kız, delikanlı, kadın, çocuk ve yaşlı insanlar... Hepsi ama hepsi öbek-öbek toplanmış, bu meydanı bir bayram yeri haline getirmişlerdi. Şehirlerarası otobüsler bile bu şölene katılarak renk-renk, çeşit-çeşit ülkelerden gelen insanları buraya dökmüşler, birbirine kaynaştırmışlardı. Sizin anlayacağınız; Köylüsünden-inteline, yabancısından-yerlisine kadar büyük bir kitle burayı “Sevgi, barış, mutluluk ve kardeşlik alanına” dönüştürmüşlerdi.
İskele meydanının sağ yanındaki büyük otobüs şirketlerinin önünde yalın ayak, boynu bükük, ezgin bir şekilde yere çökmüş oturan kör Musa, elinde tuttuğu kalaylı bakır tası yolculara uzatarak acıma dileniyordu. 20 yıldır bu işi yaptığı için uzman sayılırdı. Tasın içine düşen maden parayı sesinden tanır, sadakanın değerine görede vereceği karşılığın derecesini ayarlardı. Tek sorun; Türk parasında son yıllarda sık-sık yapılan ayarlamalar ve yeni basılan kağıt paralardaydı. Yabancı kağıt paranın sesini, değeri ne olursa-olsun, özellikle yerli paradan ayırt eder ve ince bir;
“ Merci!”
İle ödüllendirirdi bu bağışı; “Turizme hizmet etmek, vatana hizmet etmek demektir.” diye düşünürken ansızın gözlerinin önüne tuhaf bir şey gelince ağzı şaşkınlıktan açık kaldı Kör Musa’nın. İki futbol ayakkabısı duruyordu şimdi kör gözlerinin önünde, ama sahipsiz! Birde bunun yanına, fermuarını kapamayı unutmuş yüksek ökçeli bir çift siyah uzun konçlu kadın çizmesi; Arkasındaki yapay kürklü paçalarını sürükleye-sürükleye gelip durunca, dahada çok şaşırdı. Onu en çok şaşırtan şey ise, her iki çift ayakkabının da “ayaksız” olarak hareket etmeleriydi! Eğer dilenmek için kör numarası yapmasaydı, bu futbolcuyu ve paçalı tavuğu ele verirdi ama, sağ kolunda taşıdığı 3 siyah noktalı sarı renkli kör bandından utandı ve iş yerini; “Mutlaka başıma güneş geçti?” zannıyla topladı, beyaz ince uzun bastonuyla zemini yoklayarak evine gitmek için yola koyuldu.
O anda yalın ayak, vucudunun üstü çıplak ve başına beyaz yarım bir çuval geçirmiş un kamyonunun önünde duran Hammal Rüstem’de; “Acaba başıma güneş mi geçti, yoksa yorgun olduğumdan mı böyle tuhaf şeyler düşlüyorum?” sorusunu kendine soruyordu. Çünki kavşakdaki fırına un çuvalı taşıyan bu hammalda caddede tuhaf şeyler görmekteydi. Sahipsiz çeşit-çeşit, boy-boy, renk-renk pabuçlar, yüksek topuklu, sivri uçlu hanım ayakkabıları, fermuarlı ve fermuarsız çizmeler; Yana, öne, arkaya doğru ayaksız olarak sekip-sıçrayarak, ana cadde ve kaldırımlarında cirit atmaktaydılar;
“ Deh Rüstem, deh!”
Dedi kamyonun üstünde un çuvallarını yüklemek için bekleyen işçi;
“ Taşıman için yazılı çağırı beklemiyon herhalde?”
Bunu söyliyen yükleyiciye şaşkın gözlerle bakıp, bir eli ile yerde olmayan bir şeyi göstererek;
“ Ayakkabılar, ayakkabılar...”
Diyebildi Hammal Rüstem.
Gezi çantasını sırtına taşıyan uzun kıvırcık saç ve sakallı, sarışın turist de yalın ayaktı. Daha doğrusu “ayağını vuran” ayakkabılarını sırt çantasının yanına asmış, sallanıyordular. İskele Caddesi’ni kesen ve şehir içine giden ana caddenin ortasındaki büyük palme ağaçlarıyla sıralı yürüyüş yerinde vede sağlı-sollu uzayan geniş kaldırımlarında dans eden bir sürü sahipsiz ayakkabıları görünce; “Acaba benmi esrarı fazla kaçırdım, yoksa yine karışıkmıydı bu meret?” diye düşündü. Biraz önce eliyle sardığı sigarasını dudağından alarak ucuna baktı. İşaret ve baş parmağını dilinin ucuyla ıslatıp, ateşi bu iki parmak arasında sıkıştırarak söndürdü. İzmariti yeleğinin yan cebine koymasına rağmen, sahipsiz ayakkabılar yinede koşuşuyorlardı caddede. Yandaki dükkanın merdivenine çöküp;“Mutlaka düş görüyorum.” diye düşünmeye başladı. Hele-hele; Tek bir ayakkabının yalnız başına sekip hoplaya-zıplaya gözlerinin önünden geçtiğini görünce dayanamadı ve ayaklarına baktı. Bu esrarlı kafa nasıl olduysa bulmuştu bu sorunun cevabını ve farkında olmadan çözmüştü gizemini ayaksız ayakkabıların. Kendi kendine; “Belkide ben yalın ayak olduğumdan?” varsayımını düşündü, “Haydi canım sende!” diye yanıtlayarak bu fikrini saçma buldu ama yinede kuşkusunu yenemedi ve hemen; Sırt çantasının yanında asılı duran postallarını çözerek aldı, ayağına geçirdi. Hayda! Tüm ayaksız gezen ayakkabılar kaybolmuştu ansızın gözlerinin önünden;
“ Bir daha o arap çocuğundan esrar satın alırsam, arap olayım!”
Küfrü ile ayağa kalktı ve yere tükürerek çekip-gitti.
Bu ara Helen ve Phillipp’in içinde bulundukları arabalı vapurda iskeleye doğru yaklaşmaktaydı.

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(11) ayakkabılar Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (11) ayakkabılar yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(11) AYAKKABILAR yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL