0
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
151
Okunma

Şehir, alacakaranlıkta eriyen kurşuni bir kabuktu. Sokaklar, yağmurun yalazladığı asfaltın üzerinde cıva gibi parıldıyor, insanlar ise kaldırımlarda karınca izleri bırakıp kayboluyordu. Pencerenin ardında duran adam, bu ıslak ve soluk dünyaya bakıyordu. Elleri, soğuk cama yapışmıştı. Tenin altında, kemiklerin derinliklerinde, bir şey kıpırdıyordu. Bir sızı değildi bu. Daha derin, daha kadim, daha bilinçli bir hareketlenme. Bir yer altı nehrinin, bin yıllık tortuların arasından sızmaya çalışan kara suyu gibiydi. Sanki içinde bir şey uyanıyordu.
Adamın içinde bulunduğu oda, eski kitapların, tozun ve nemin keskin kokusuyla doluydu. Havada, zamanın çürümüş sayfalar gibi dağılmasının ağırlığı vardı. Tek bir masanın üzeri, dikkatle düzenlenmiş gibi görünen bir kaosla örtülüydü. Parşömenler, mürekkep hokkaları, garip simgelerle işlenmiş tılsımlar, birkaç solmuş bitki kökü. Ve ortada, cilası aşınmış ahşaptan yapılma, kilitli bir kutu. Kutu eskiydi, çok eski. Dokunduğunda, parmak uçlarına sanki buz çivileri saplanıyordu. Bu kutu, sır değildi, bin yıllık bir mezardı.
Gece iyice çöktüğünde, adamın içindeki kıpırtı şiddetlendi. Göğüs kafesinde bir baskı, bir sıkışma vardı. Nefes almak zorlaştı. Pencerenin karşısına geçti. Camın buğusu ardında beliren yüz tanıdık değildi. Gözler… Gözlerin içinde, kendi bakışının arkasında, başka bir bakış vardı. Soğuk, hesapçı, dipsiz bir kuyu gibi karanlık. Bir an, irisi, insana ait olmayan bir fosfor yeşiline kaydı, sonra geri döndü. Kendi gözlerinin içinde bir yabancı yaşıyordu. Elleri titreyerek camdan uzaklaştı. Parmakları, boynunun yan tarafına kaydı. Cildin altında, nabız gibi atan küçük, sert bir yumru hissetti. Bir fasulye tanesi büyüklüğündeydi ve canlı gibiydi.
Uyumak imkansızdı. Yatak, bir işkence tezgahına dönüştü. Karanlıkta, kulaklarının dibinde fısıltılar başladı. Anlaşılmaz, kısık tonla, öfkeli sözcükler. Eski bir dilin, toprak ve kan kokan kelimeleri. Bazen, keskin bir çığlık patlıyordu zihninde, bin yıllık bir acının yankısı. Kafatasının içi, kaynayan bir kazan gibiydi. Geceler, artık uykuya değil, dinlemeye aitti. Dinlemeye itaat etmeye. Çünkü fısıltılar emir veriyordu. Masaya git, kutuyu aç. Oda, içindeki varlığın enerjisiyle dolmuştu. Havayı elektrik akımları gibi bölen, görünmez bir gerilim vardı.
Sabahın ilk ışıkları, kirli perdelerden sızdığında, kutunun başındaydı. Elleri, kendisine ait değilmiş gibi hareket ediyordu. Kasılmış, mekanik. Küçük, karmaşık bir anahtarla kilidi açtı. Cilalı ahşabın çatırtısı, odada bir silah patlaması gibi yankılandı. Kapağı kaldırdı. İçinde, kadife bir yatakta, tek bir nesne vardı. Bir diş. İnsana ait değildi. Daha uzun, daha keskin, sarımsı kemik renginde ve ucunda, zamanın aşındıramadığı ölümcül bir sivrilik. İntikamın dişi. Dokunduğu an, bin yıllık bir öfke dalgası içini bastırdı. Gözler karardı. Boğazında, boğulurcasına, eski bir isim yükseldi: Bir lanetin, bir yeminin, bir haksızlığın adı. Dişin sahibinin adı. Ve onun soyundan gelenlerin…
Şehre çıktığı gün, gökyüzü demir grisiydi. Sokaklar kalabalıktı, ama o bir hayalet gibi süzülüyordu. İçindeki varlık, pusuya yatmış bir avcı gibi tetikteydi. Gözleri, insan denizini tarıyordu. Aniden, bir kahve dükkanının önünde durdu. Vitrindeki yansımada, otuzlu yaşlarında, sıradan giyimli bir adamı gördü. Kahvesini yudumluyor, gülümsüyordu. İçinde bir çığlık koptu: O! Öfke, ani ve yakıcı bir alev gibi yükseldi. Avuç içinde, cebine koyduğu o kemik dişin sivri ucu, deriyi delmek üzereydi. Bin yıllık kin, bir kalp atışında yoğunlaşmıştı. Adamı takip etmeye başladı. Adımları sessiz, gölgesi kaygan. Adamın gittiği apartmana girdi. Koridor loştu, eski halıların küf kokusu vardı. Adam anahtarını çıkarırken, kapının önünde belirdi. Adam döndü. Gözlerinde bir anlık şaşkınlık, sonra tedirginlik vardı. "Evet? Bir şey mi arıyordunuz?" İçindeki varlık, dilini, buz gibi ve keskin bir tınıyla hareket ettirdi: "Seni tanıyorum." Adamın yüzü sarardı. Tanımadığı halde, içgüdüsel bir korku sarmıştı onu. "Beni tanıdığını sanmıyorum." "Kanın tanıyor," diye fısıldadı Taşıyıcı. Ses, bir insan sesi değil, toprak altından gelen bir hışırtıydı. "Atanın yaptığı hainliği, kanınla ödeyeceksin." Adam geri adım attı, gözleri irileşti. "Ne… Neden bahsediyorsun? Deli misin sen?" Panik, kokusu duyulabilir bir ter halinde adamın alnından sızmaya başladı. Avın korkusu, avcıyı besliyordu.
Taşıyıcı, cebinden o kemik dişi çıkardı. Diş loş ışıkta ölümcül bir parıltı saçtı. Adamın gözleri dişe kitlendi, yüzündeki tüm kan çekildi. Sanki genlerinin en derinindeki bir korkuyu hatırlamıştı. "Bu… Bu olamaz!" diye inledi. "Efsane…" "Efsane değil," diye keskin bir tonla düzeltti Taşıyıcı. Adam kapıya yöneldi, anahtarı bulamıyor, elleri titriyordu. Taşıyıcı kolunu kaldırdı. Kemik diş, bir hançer nişanı gibi hedefi gösteriyordu. İçindeki öfke, bin yıllık acının kaynayan gücü, her hücreyi ele geçirmişti. Artık bedeni yoktu, sadece intikam vardı.
Tam hamleyi yapacağı saniyede, adamın gözlerinde saf, çocuksu bir dehşet belirdi. Bir baba olduğunu hatırladı Taşıyıcı’nın içinde kalan son insan kırıntısı. Çocuklar… Masumlar… İçinde bir çatlak oluştu. Bin yıllık nefretin homojen yapısında bir sarsıntı. Kolunu indirdi. "Git," diye tısladı, sesi boğuk ve parçalanmış. "Şimdi git!" Adam, ölümden dönmüş gibi, kapıyı açıp içeri fırladı, kilidin gıcırtısı koridorda çınladı.
Karanlık apartman boşluğunda tek başına kaldı. Göğsünde bir kasırga kopuyordu. İçindeki varlık, saf bir öfkeyle kükredi. Zayıf! İhanet ettin! Kemikler sızladı, kaslar gerildi, başında baltalar iniyordu. Bin yıllık kin, reddedilmenin şokunu yaşıyordu. Geri dönüş yolunda, yağmur yeniden başlamıştı. Her damla, bedenine kurşun gibi iniyordu. İçindeki fısıltılar, çığlıklara dönüşmüştü. Lanetler, tehditler, işkence vaatleri. Taşıyan, taşıdığı yüke ihanet etmişti.
Eski odaya döndü. Kutu hala açıktı, kemik dişi kutuya koydu. Ona bakarken, içindeki varlığın öfkesi bir anda keskin bir sükunete dönüştü. Tehlikeli bir dinginlik. Taşıyıcı, kutuyu kapatmak için uzandı. Tam o anda, bedeni bir krampla kilitlendi. Sol eli, kendiliğinden havaya kalktı. Avuç içinde, o kemik diş sıkılıydı. Gözlerini korkuyla aşağı indirdi. Sol eli, kendisine ait değildi. Artık tamamen içindeki varlığa aitti. İtaatsizlik affedilmeyecekti. Diş, yavaşça, kendi göğsüne doğru çevrildi. Kalbinin üzerinde, kaburgaların hemen altında durdu. İçindeki varlığın sesi, buz gibi ve kesin bir zaferle zihninde çınladı: Bin yıl bekledim. İlk kurban, her zaman taşıyıcının kendisidir. İhanetin bedeli…
Sol el, tüm insani direnci yok eden kadim bir güçle ileri itti. Kemik diş, kumaş ve deriyi bir kağıt gibi yırtıp kaburgalara saplandı. Sıcak bir ıslaklık yayıldı göğüste. Acı değil, şaşkınlık vardı önce. Sonra, derinlerden yükselen, sadece kendisinin duyabileceği bir çığlık. Kendisinin çığlığı. Masa üzerindeki aynada, kendi gözlerinin içindeki o yabancı bakışın, saf, doyumsuz bir tatminle parladığını gördü. Bin yıllık öfke, nihayet ilk damlayı tatmıştı. Yere yığılırken, son düşüncesi, boğuk bir fısıltı gibi zihninden geçti: Sadece bir kapıydım… Ve kutudan tamamen özgür kalan şey, yeni bir beden aramak için odayı dolduran soğuk, iğrenç bir karanlık olarak yükseldi. Taş, kırılmıştı. Lanet, yeniden dünyaya karışıyordu. İntikam daha yeni başlıyordu.
Çağdaş DURMAZ
Taşıyıcı isimli gerilim romanımdan ...