3
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
269
Okunma


Anadolu’nun çorak tepelerinde, gökyüzüne yalnızlıkla yükselen ardıç ağacı, zamanın unuttuğu bir tanıktı. Gövdesindeki derin yarıklar, yüzyılların fırtınalarını mühürlemiş; dikenli yapraklarının gölgesi, toprağa mor çizgiler düşürüyordu. Köylüler, ona "Kara Derviş" derdi. Hikâyesi ise, her ilkbaharda kanat çırpan küçük bir ardıç kuşu ile tekrar hayat bulurdu. Kanatları geceye bulanmış, gözleri ateş böceği ışıltılı dişi ardıç kuşu, göçünün son durağında yorgunluktan titreyerek konardı her ilk bahar en kalın dala. İlk işi, ağacın gövdesine gagasıyla vurmak olurdu:
Tak... tak... tak...
Bu, "Ben geldim dostum" demekti.
Ardıç ağacı, dallarını bir anne şefkatiyle salıverir , ardıç kuşu gelmeden günler evvel kuşun yuva kuracağı çatalı, yumuşacık yosunlarla donatırdı.
Kuşun eşsiz türküleri, rüzgârla dans eden yapraklara karışırken, ağaç kendini daha genç hissederdi. Yumurtalar çatladığında, dallarını alçaltır, yavruları güneşin kavurucu sıcağından koruyan canlı bir kubbe örerdi. Kuş ise her gece, ağacın etrafında sessiz bir dansa kalkardı. Gagasıyla mor meyveleri toplar, uzak tepelerde gizli noktalara gömerdi. Bir gün ardıç ağacı dayanamadı:
"Neden her bahar sırtımda yuva kurar, sonra tohumlarımı çalarsın?"
Kuş, bir yaprağı gagasıyla çevirerek yanıt verdi:
"Senden aldığım her tohum, sana dönecek bir nefestir. Ölümsüzlük, toprağa ekilmeyi bekleyen bir sabırdır."
Ağaç, bu sözleri köklerinin derinliklerinde hissetti. Kuşun her uçuşunda, gövdesindeki halkalardan biri daha belirginleşiyordu. Her halka yaşlandığının habercisiydi. Yıllar, kuşun tüylerine ak düşürdükçe, ardıcın yaprakları da solgunlaştı. O bahar, kuş geç kalmıştı. Kanatlarında ölüm kokusuyla geldiğinde, insan denen yok oluşu gördü.
Köyden bir adam, çelik baltasını ardıcın köklerine indiriyordu. Her darbe, ağacın gövdesinden kehribar rengi gözyaşları akıttı. Toprak, kırmızı bir nehir gibi kana bulanmıştı. Kuş çığlık attı:
"Dur! O benim yuvam!"
Ağaç, titreyen dallarıyla son bir direniş gösterdi:
"Kaç... Sen daha yavru büyüteceksin!"
Kuş, kuru bir dala kondu. Ağacın yüzüne dökülen reçine damlalarını gagasıyla yakaladı:
"Üzülme ey tek sırdaşım! Senden alıp gömdüğüm her tohum, senin çocuğun oldu."
Son balta darbesi, gövdeyi ikiye böldü. Ağaç çatırdayarak devrilirken, kuşun kanatlarından bir tüy, yavaşça toprağa düştü. Kesimden sonraki ilk yağmur, toprağı yarıp geçti. Ağacın dökülen reçinesi, yağmur sularıyla karışarak tepelerde kırmızı ırmaklar oluşturdu. Köylüler, ağacın ruhunun öç aldığına inandı. Bir sabah güneş doğarken, kesik kütüğün çevresinde minik yeşil alevler belirdi. Her biri, kuşun gömdüğü tohumlardan fışkıran ardıç filizleriydi. Kökleri, ölü ağacın damarlarına dolanıyor, sularını onun toprağından çekiyorlardı. En güçlü fidan, tam kesik gövdenin üzerinde yükseldi. Gövdesinde, kuşun gagasının izi vardı.
Bir ilkbahar sabahı, yeni ardıç kuşları geldi. Genç bir dişi, en yaşlı fidanın dalına kondu. Gagasıyla gövdeyi tıklattı:
Tak... tak... tak...
Fidan, yapraklarını hışırdatarak yanıt verdi:
"Hoş geldin , sen ki var oluşun sırrını taşıyorsun."
Gözleri ateş böceği gibi parlayan yeni dişi ardıç kuşu :
"Bir ağaç ölürse, kökleri bin çocuk doğurur. Senin ruhun, her dalda yeniden nefes alıyor şimdi!"
Ardıç ağacı ve kuşunun döngüsü, ölümün bile koparamayacağı bir bağın kanıtıydı. Gerçek sevgi, alıp verdikçe çoğalır. Aldığın her nefesi, toprağa bir tohum gibi ekmelisin ki , varlığın sen yok olduğunda bile yeşersin. Kesilen ardıç, bedeniyle değil ama ruhuyla binlerce can doğurdu. Çünkü kuş, onun ölümsüzlüğünü her yıl toprağa işlemişti. İnsan baltası ağacı devirebilir ama köklerinden fışkıran umudu asla...
Yıllar geçti. Tepeler, bir ardıç ormanına dönüştü. Köylüler, buraya "Ölümsüzlük Ormanı" adını verdi Bir bahar, ardıç ormanına çobanlık yapan bir çocuk girdi. En yaşlı ağacın dibinde mor meyveler buldu. Çocuk, meyveleri heybesine doldururken, ağaç dallarını eğdi. Bir meyve, çocuğun avucuna düştü. Tam o sırada, gözleri ateş böceği gibi parlayan bir ardıç kuşu öttü. Çocuk, meyveyi toprağa gömdü. Ardından baktığında, kuşun kanatlarında yıllar önce kesilen ağacın gölgesini gördü.
Çocuk koşarak köye döndü. Babasına (o gün baltayı vuran adam) haykırdı:
’Baba! Kara Derviş ölmedi! Kuş oldu, orman oldu!’
Baltayı vuran adam, aynı köydendi. Çocukken o ağacın altında oynamıştı. Kış için oduna muhtaçtı ama asıl ihanet; yakılan her dalın, kendi çocuklarının geleceğini yok ettiğini görememesiydi. Oysa ardıç kuşu, yavruları için ormanı önceden inşa etmişti. İnsanın ihaneti kökleriyle savaşırken, yaşamın dallarını kendi elleriyle kırmasıdır. Kesik kütüğün etrafında yükselen orman, bu ikilemin sessiz isyanıydı ’Sen beni yok ettin ama ben senin torunlarını gölgemde besleyeceğim ’’
Adam, torununun gözlerindeki ışığı görünce, ellerine baktı. Avuçlarında, o gün baltanın sapında bıraktığı nasırlar hâlâ duruyordu. Ertesi gün, ardıç ormanının girişine bir taş dikti. Taşta şunlar yazıyordu ;
"Ardıç ağacı bize öğretir ki; gerçek ölümsüzlük, kendini parça parça toprağa vermektir. Kuş, ağacın tohumlarını çalarken aslında onun ruhunu kurtarıyordu. Her gömülen tohum, zamanın ötesine atılan bir çapaydı. İnsan da ancak; fikirlerini, sevgisini, anılarını toprağa ekerse yaşayabilir. Kesilen ardıç, bedeni yok olduğu halde binlerce nefeste dirildi. Çünkü kuş, onun ölümsüzlüğünü her mevsim toprağa işlemişti. İşte bu yüzden vasiyetimdir ki bu güne dek hiç bir işe yaramayan bedenimi ben öldüğümde bu ormana gömün , gömün ki varlığımın anlamı olsun ’’
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (4)