16
Yorum
49
Beğeni
0,0
Puan
1029
Okunma


Aynaya bakıyorum. Kelleşmeye giden kafatasımın üst tarafında; ceviz içini andıran beynin, serebral kortekslerinden birkaç yumrunun, yumurta gibi yumurtladığını görüyorum. Varsın düşünmeyivereyim, hissetmeyivereyim canım! Böyle hortlak gibi dolaşmaktansa, beynimin motorunu bozmaya razıyım. Kendini kandırma boşuna! Sen de, ben de çok iyi biliyoruz ki; artık bizi götürmelerini bekliyoruz ve "burada oturmuş, hayallerimizi öldürmelerini seyrediyoruz."()
İki elimle yumuşak yumuşak dokunuyorum. Keltoşların da yaptığı gibi geride kalan saçlarımla çıplak yüzeyi birkaç telle de olsa kapatıyorum. Yo yo! İyi oldu böyle...Her şeyde olduğu gibi yine normale dönmem de, sanılanın aksine kısa sürede oldu. Hızlı ayak uyduruyoruz her şeye...Cano, teyzem ve annemle buluşup kahvaltı yapacağız birazdan...Gardıroptan bir elbise seçip giyiniyorum. Böyle de Seyit Onbaşı’ya benzedim aynı, içinde kayboldum gitti! Kelimi mi kapatim? Üstümde çuval gibi ayaklarıma dolanan elbiseyi mi kesim?! Hangi biriyle uğraşim anacım?
Cano her zamanki gibi o biçim afet, bildiğin Afrodit bu kız ya! "Mero ne güzel yakışmış elbise!" deyince bu çulsuz halime bi daha bakıp gülesim geliyor aynada. Dolap ağzına kadar dolu, bula bula da yerlerin tozunu süpüren bu elbiseyi giymişim! Sonra aklıma yavruağzı diz üstü eteğimle, yakası fırfırlı ve askılı bluzum aklıma geliyor. Kendi kendime "Ben onları niye giymedim?" diyorum. Bu halimle sandalyeye nasıl sığacağımı önceden hesaba hiç katmamışım. Küçük çay bahçesinin, minik ve nostaljik tahta sandalyeleri...Siz pek bi hoşsunuz! Hoşsunuz da, benim bu halim hal değil! Ayağım dolanıverir, düşüveririm şurda ne Seyit’liğim kalır, ne de yaralı rütbelerim!
Teyzemin yüzünden düşen de bin parça, yine mızmızlanıp, yine burun kıvırıp mırın kırın ediyor. Bu kadına da bi şeyi beğendiremedik gitti anacım! Mükemmelliyetçi olmak da başa belaymış arkadaş! Zil çalıyor, akın akın içeri doluşuyor hiç tanımadığımız insanlar. Seher’i tanıyorum yalnız, kesin buluşacağımızı da o söylemiştir herkese...Baktım olacak gibi değil postayı koydum. "Haydi!" dedim "Yallah! Parti vermiyoruz burda...Hadi abicim hadi! Düğün dernek değil burası, aile buluşması...Bi salın bizi ya! Salın bizi dayıcım ya!" Kokumuzu almışlar sanki, bir ordu dolusu insan keyfimizin içine edip gitti. Kendi rızalarıyla değil tabi, kollarından tutup dışarı attım. Ben ayıp mayıp bilmiyorum be abim! Kim olursa resti çekip postayı koyuyorum.
...
Anaaam! Benim kara marsık bir de zenci kocam da varmış ya kız! La oğlum sen nerden çıktın? Ama güler yüzlü, beyaz dişleri de elmas gibi parlıyor hey maşallah! Arada bir de mıncıklayıp durmasa daha da sevimli görünecek yüzüme ya hadi neyse...Annem ağacın tepesine çıkmış bizi çağırıyor: "Leğenleri getirin çabuk, bu arı kovanların hepsi yere dökülecek şimdi!"
Kocamla leğen, kazan taşıyoruz heybetli ağacın altına...Annem sanki elma silkeliyor yukardan başımıza...O ağırlığa daha fazla dayanamayıp petekli ballar dökülüveriyor bir bir mavi plastik leğenlerin içine. Kaliteli güzel bala benziyor. "Kocacım! Biz bu işe mi el atsak ne dersin?" O kadar ki sırıtsın bizimki!
...
Akşam olmuş, açık havadaki büyük bi çay bahçesinde oturuyorum tek başıma. Masadaki vazoda kürdana yapıştırılmış küçük notlar var, müşterilerin mekãn hakkındaki yorumları yazıyor. Okumaya başlıyorum. Yanıma orta boylu, zayıf, gözleri çekik, küçük burnu da dudaklarıyla ters düşmeyecek kadar doğru orantılı, saçları omuzlarında, şekli sıfatı da düzgün fakat Kore mi, Çin mi yoksa Japon mu tereddütünü bana yaşatıp sorgulatan, Uzak Doğu’lu bir erkek vatandaş geliyor. Bana selpak büyüklüğündeki bir kağıda yazdığı şiiri uzatıp veriyor. "Al" diyor "Oku!" Öyle küçük muntazam yazmış ki ama okumakta zorlanıyorum. Sonra kendisi ezbere bir şiir okuyor sesli..."Sesiniz ne güzel, ne güzel okuyorsunuz!" diyorum adama...Onu hayranlıkla dinlerken, bir taraftan da yaren gibi elime tutuşturduğu mendile bakıyorum. Bazı harfler ıslanmış ve mürekkebi akıp birbirine bulanmış, zaten okunmuyordu şimdi hepten silinip gitmiş. Benim avuçlarım mı hayvan gibi terledi yoksa? İnşallah kafadan biliyordur bu yazdıklarını!
Hayran hayran adamı seyredip dinliyorum. "Neden ben?" diyorum "Neden okuyorsunuz bunları bana şimdi?"
-Çünkü Siz seçilmiş özel birisiniz!
"Ben mi?"
-Evet Siz!
"Nasıl yani anlamadım!?"
-Yandaki kadını hiç fark etmediniz mi?
Başımı eliyle işaret ettiği yöne çeviriyorum. Tepesindeki ağacın dallarından yüzünü tam seçemediğim kadının, şişko baldırlarını görüyorum sadece, bir de mavi fistanının kıyısından köşesinden büzülmüş çiçeklerini...
"Hayır! Kim ki o, hiç tanımıyorum!?"
-Liderimiz! Her gittiğiniz yerde o da hep sizin peşinizdeydi!
"Yok ben ilgilenmiyorum!"
-Bize katılırsan yıldızın parlar ve kendini geliştirirsin.
"Teşekkürler ama ben böyle iyiyim!"
-Sen farkında değilsin ama biz farkındayız! O karanlıktan çıkman gerekiyor artık!
...
Kıçımın üstüne oturdum sonra kalbimin yaralarını saydım. Sanki o da toplu bir yaranın elime geçmesini bekliyordu. Bilmiyor ki yara içinde yüzdüğümü! Yaranın suyu iki günde çeker mi ya? Beş yarasız insan mı olurmuş!
...
Bu bendeki kalp değil abi, benzin deposu!
m.g
() Eduardo Galeano