1
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
294
Okunma

Çınarın gölgesi, öğle güneşini kırıyordu. Yaşar, elleriyle dokunduğu kabuğun altında bir nabız hissediyordu. "Sen de biliyorsun, değil mi?" diye fısıldadı. Rüzgâr, yaprakları bir ney sesi gibi titretti. Bu, köyde "Deli Yaşar" dedikleri adamın , yıllar evvel sevdiği kıza kavuşamamasını unutmak adına her günkü ritüeliydi. Asırlık çınar, onun mabediydi.
Yaşar’ın sırtı, çınarın çatlaklı gövdesine tam oturmuştu. Sanki ağaç, onu köklerinden çekiyor, toprağın derinliklerindeki sırlara bağlıyordu. "Dokuz kuşak önce dedem, seni bir meşe palamudu olarak buraya dikmiş," dedi usulca. "Şimdi benim kemiklerim, senin köklerinin uzandığı yerde çürüyecek." Çınar, bir anlığına dallarını eğdi. Gölge, Yaşar’ın yüzüne düştü. Sanki "Hoş geldin evlat," diyordu.
Güneş batarken, çınarın gövdesi mora çalan altın rengine büründü. Yaşar, avucunu kabuğa yapıştırdı. Gözlerini kapadı. Birden köklerinin toprakta uzadığını hissetti. Nemli, karanlık, bereketli bir yolculuk. Taşları yarıp, su damarlarına dokunuyordu. Yüzlerce yıldır biriken fısıltılar kulaklarında çınlıyordu:
"Köyün ilk kadını, doğum sancısıyla bana yaslanmıştı... Teri hâlâ kabuğumda.
Savaşa giden gencin son vedası... Bıçağıyla adını kazıdı, ’Dönemezsem unutma!’ dedi.
Yağmur duasına çıkan çocuklar... Umutlarının kokusu, ilkbahar filizlerimde can buldu."
Yaşar’ın gözleri doldu. Ağaç, bir tarih kitabı değildi, yüreklerin ortak hafızasıydı.
Bir kış gecesi, fırtına köyü dövdü. Yaşar, çınarın altında kalmıştı. Dallar çatırdıyor, rüzgâr uluyordu. Sırtını gövdeye daha sıkı yasladı. "Korkuyor musun?" diye sordu ağaca. O anda, kalın bir dal kırıldı ve tam Yaşar’ın önüne düştü. Yer sarsıldı. Toz toprak içinde kaldı. Ama çınar, sanki bedenini onun üzerine siper etmişti. Kırılan dalın kesiti, yaş halkalarını gösteriyordu, tıpkı bir yaranın içi gibi...
Yaşar parmaklarını halkalarda gezdirirken, sanki zamanın katmanları açıldı:
"Şu koyu halka: Büyük kıtlık yılı... Köylüler yapraklarımı kaynatıp yemişti.
Bu geniş halka: Bereketli bir yaz... Sıcak, öz suyumu şerbete çevirmişti.
En dıştaki incecik çizgi: Geçen yaz... Kuruyan toprak, köklerimi yaktı."
"Demek acıyı da sevinci de böyle taşıyorsun," diye mırıldandı Yaşar sessizce.
İlkbahar geldiğinde, çınar yeniden giyinmişti. Yaşar, bir sabah gövdede taze bir yara gördü. Biri baltayla vurmuştu. Kalbi sıkıştı. Avuçlarını yaraya kapattı, alnını kabuğa dayadı. İçinden bir türkü yükseldi. Bilmediği sözler, tanımadığı bir makam:
"Yara değil bu, yeni bir kapı
Toprak ananın sütüyle kapanır
Her kesikte, derinliğe iner köklerim
Senden gelen acı bile, bana can verir..."
O anda köklerinden bir titreşim geldi. Sanki ağaç, türküye katılıyordu. Yaranın kenarından, incecik bir sürgün fışkırdı. Yaşar’ın gözlerine baktı. "Görüyor musun?" dedi çınarın sesi zihninde. "Ölüm yok, dönüşüm var. Sende de bende de."
Yıllar geçti. Yaşar’ın saçları ağardı, beli büküldü. Ama çınarın altındaki buluşmaları hiç aksamadı. Bir sonbahar sabahı, köylüler onu ağacın dibinde buldu. Yüzünde bir tebessüm, sırtı çınara sıkı sıkıya yaslanmıştı. Nefes almıyordu. Ama bedeni hâlâ dimdikti, sanki kök salmıştı toprağa.
O gece, köy halkı çınarın etrafında toplandı. Yaşar’ı orada gömmek istediler. Kazmaya başladıklarında, şaşkınlıkla durdular: Çınarın en kalın kökü, tam Yaşar’ın oturduğu yerden yukarı doğru kıvrılmış, onun sırtını kavrayan bir kol gibi uzanıyordu. Kökün ucunda, taze, nemli toprak vardı. Sanki ağaç, onu kendi bedenine çekmişti.
Yaşar’ı o kökün kollarına bıraktılar. Toprak örtüldüğünde, çınarın yapraklarından biri, henüz yeşilken düştü. Rüzgâr onu alıp, köyün üzerinde uçurdu. İçlerinde bir türkü duydular köylüler:
"İnsan ölür, ağaç kalır
Ağaç devrilir, toprak saklar
Toprak susar, rüzgâr söyler
Sonsuz olan, yalnızca türküdür..."
Ertesi bahar, Yaşar’ın gömüldüğü yerde, genç bir çınar filizi toprağı yarıp çıktı. Gövdesinde, insan kulağına benzeyen bir şekil vardı. Sanki dinliyordu. Köylüler, o filize "Yaşar" adını verdiler. Büyüdükçe, eski çınarın dalları ona doğru eğildi. Geceleri, iki ağacın yaprakları birbirine dokunduğunda, hafif bir ıslık duyuluyordu. Türkü devam ediyordu.
Ve köyde her yeni doğan çocuğun alnına, bir çınar yaprağı konuyordu. "Büyüyünce köklerin derine, dalların göğe uzasın," diyorlardı. Çünkü artık biliyorlardı: İnsan ağaca, ağaç insana emanetti. Ve her emanet, toprağa düşen bir türküydü.
Çağdaş DURMAZ