0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
216
Okunma
Vakit epey geç olmuştu, yazlığın dar odalarında tüm misafirler için kalacak yer yoktu. Herkesin paylaşmak zorunda kaldığı o yataklar, geceyi huzurla geçirmeye pek elverişli değildi. Rahatından asla ödün vermeyen Kerim ise, bu zoraki konaklamayı reddedip, ailesiyle birlikte evin yakınındaki otelin yolunu tuttu, fakat abisi Karan, eşinin ve babasının varlığıyla sükûnet bulan bu evde kalmayı tercih etmişti.
Gece yarısının sessizliğinde su içmek için uyanan Mete, pencereden babasının bahçedeki ahşap masada sigara içmekte olduğunu gördü. İşte, karşısında duran o siluet babasıydı; artık onların yanında olacaktı. Hiçbir kuvvet onu bu evin kıyısından uzaklaştıramazdı. Onları bir daha asla bırakmayacak, gölgesini dahi eksik etmeyecekti yanlarından. Uzun yıllar süren eksikliğin ardından Mete, sıcaklığı duvarlarına sinmiş bir yuvaya sahip olacaktı; herkes gibi onun da bir ailesi olacaktı. Babaları geri döndüğü için ne kadar şanslı olduğunu düşünmek istedi, ama şansa inanmazdı; hayatında bir kez olsun yüzüne gülmemişti. İyi şansı yakalamak, kalabalık içinde yanından hızla geçen bir yabancının tebessümünü fark etmek kadar nadir ve zordu.
Mutfaktan döndüğünde, elindeki su bardağıyla koridordan geçerken başını çevirip baktı. Yanına gitmekten o an vazgeçti. Koltuğun ucunda oturuyordu adam; başı hafif öne eğik, omuzları çökmüş, parmaklarının arasında titreyen sigarayla… Gözleri bir noktaya sabitlenmişti; ama o noktada ne şimdi vardı, ne de gelecek... Sanki bir zamanlar yere düşürüp parçalayarak bıraktığı hayatı toplamaya çalışır gibiydi.
İşte karşısında oturan bu adam, bir zamanlar onun kahramanı olmalıydı belki. Ama hiçbir zaman olmadı. Bir sabah, ardından kapıyı çekip gitmişti. Ne bir açıklama, ne bir mektup… Yalnızca bir eksiklik bırakarak. Ve şimdi, yıllar sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi dönmüştü.
Ama yıllar, boşlukları sadece derinleştirir; üstünü örtmez. Her doğum günü, her okul töreni, her düşüş… O adamın yokluğunda, yüreği sessizce büyümüş acılarla doluydu. Bir çocuğun “babam nerede?” diye sorduğu ama kimsenin cevap veremediği anlarla… Şimdi o adam karşısındaydı. Yaşlanmış, pişman, mahcup. Ama hiçbir pişmanlık, çocuklukta tutulmayan o küçük eli geri getiremezdi.
İçinde bir şey kırıldı o an. Ne bağırmak geldi içinden, ne de ağlamak. Sadece tarifsiz bir yorgunluk… Yıllar boyunca biriktirdiği tüm özlem, kızgınlık, hayal kırıklığı sessizce çöktü yüreğine. O adam, gözlerinin önünde yavaş yavaş çözülen bir yabancıydı artık. Ve belki de en acı olanı, onun gerçekten üzgün olduğunu bilmekti.
Ama ne kadar üzülse de... geç kalmıştı. Çünkü bazı boşluklar, yalnızca ilk adımda dolardı. Oysa şimdi, o adımı atmak için çok geçti. Kalpte öyle yaralar vardır ki, zaman usulca geçip gitse de tam anlamıyla kabuk bağlamazlar. Acının hatırası, en beklenmedik anda sessizce yaklaşır; parmak ucuyla yaranın üzerini aralar, usulca kanatır. Derler ki, acıyı dindirmenin yolu unutmaktan geçer. Oysa en derin yaralar, unutmayı reddeder. Çünkü unutmak, ruhun kendine işlediği en büyük ihanettir.
-SON-