0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
202
Okunma
“Hoş geldiniz, ben Karan.”
Kapıyı açan adam, sanki dünyanın en sıradan cümlesini kuruyormuş gibi bunu söyleyip elini uzattı.
“Ben de Mete.” Mete, elini sıkıca kavrayıp tokalaştı.
Karan, Jale’ye dönerek, “Ben Karan.” dedi.
“Ben de Jale.”
Karan, dudaklarının kenarında beliren hafif bir tebessümle geri çekildi, misafirlerini nazikçe içeri davet etti.
Mete, şaşkınlıkla olduğu yerde bir an durdu; Kerim, eşi ve çocukları çoktan salonda yerlerini almıştı. Onlara selam vermeden önce babasına selam verdi. Uzun bir sarılma sonrasında iki koca adam gözyaşlarına boğulmuştu. Jale onu takip edip selamlaştığından sıra Davut’a geldiğinde ayakta kalmış ve afallamıştı. Babasının bu adamı vurduğu iftirası ortalığı kasıp kavurduğundan, bu adamın ona nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyordu. Ona kızıp kovacak mıydı? İçinde uyanan yakıcı merakla gerildiğini hissederken yumuşak bir ses onu uyandırdı, “Kızım, sen de Jale olmalısın. Öyle değil mi?”
“Evet, ben Jale’yim.”
“Şöyle geçin bakayım.”
“Size vakit kaybetmeden anlatmak istiyorum. Suyu tekrardan bulandırmaya hiç niyetim yok. Kızım, her şey gözümün önünde oldu. Vuslat piçi, babanın tüfeğini zorla almaya çalıştı. Tüfeği kaptığı gibi bana doğrultup, “Av avlayanın, kemer bağlayanın.” diye bana bağırıp beni vurdu. “Polis, Vuslat’ı yakalayamayınca, baban kendini suçlayıp durdu. Birkaç ay önce de polise teslim olmuş. Olacak şey değil. Onun hiçbir suçu yok.”
“Ama bize hep kendi suçluymuş gibi anlattı. Ava çıkmasaymış böyle bir şey olmayacakmış. Bizim de kafamız çok karışık. Karmaşık duygular içerisindeyim. Kime inanacağımı şaşırdım.”
Mete, “Babama inanabilirsin. O haklı, her şeyi görmüş… Geçen hafta telefonda ilk kez konuştuk, ben de o zaman öğrendim, o nedenle bugün babana gittiğimizde özür dilemek istedim. Yoksa biliyorsun, pek tarzım değildir.”
Mete yüzünü babasına çevirdi, “Peki, birbirinizi nasıl buldunuz?”
Bade teyze, “Kerim sayesinde.” dedi.
Mete, “Kerim mi?”
Kerim, “Biz ara sıra… Karan’la telefonda görüşüyorduk, yani…”
Mete, “Bana neden söylemedin?” derken, sesi artık o eski acıyla değil, uzun süren kırgınlığın ardından doğan derin bir umursamazlıkla çıkıyordu.
Kerim, “Bilmiyorum, bize karşı sinirliydin. Anneme de öyle. İki senedir konuşuyoruz. Amerika’da değil, Ankara’da yaşıyorlarmış. Çok saçma değil mi? Bu da annemin yalanıymış.” Sevda ona uzaktan dargın bir bakış attı.
Mete, “Karan, bizi yıllardır hiç merak etmedin mi? Nasıl bunca yıl yanımıza uğramadın?”
Karan, “Babam öldüğünüzü söyledi. Annemle boşanma kararları bizi iki taraf için de öldürmüş anlaşılan.” derken acılarını alaycı bir tebessümle bastırıyor gibiydi.
Sevda, oturduğu yerden öfkeyle kalkıp bir adım attı. Sesi sinirle titrerken, “Sana o gün ava gitme dedim,” diye haykırdı ve boğuk bir sesle, “Bir kez olsun… Beni dinleseydin, be adam!” diye ekledi. Hiddet dolu öfkesi, evdeki gerilimi doruğa çıkarmıştı.
Davut, oturduğu yerde sessizce yeniden ağlamaya başladı. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Gözlerinden süzülen yaşlar yüzünü ıslatırken, utanmış bir çocuk edasıyla elleriyle hızlıca silip gizlemeye çalışıyordu. “Çok özür dilerim… Hepsi benim suçum.”
Karan, “Çocuk gibi kavga etmeyi kesin.”
Bade teyze, “Sen karışma Karan.”
Sevda, “Evet, hepsi senin hatan! Ailemizi sen parçaladın. Bunu biliyorsun ama hala susuyorsun. Bak! Çocuklarında senin tarafında… Umarım mutlu olursun artık. Bensiz de mutlu olmasını bilirsin sen.”
Davut, “Senden sonra kimse olmadı Sevda. Hiç kimse olmadı.”
Jale sevgilisine yaklaşıp fısıldadı, “Ben gitsem?”
Mete, “Hayır, kal.”
“Kimse olmadı demek? İyi. Çok da umurumdaydı.” siniri biraz olsun dindiğinden kalktığı koltuğa tekrardan oturup kaldı.
Uzun ve derin bir sükûtun ardından, Karan, eşinin hamileliğine dair mevzuyu zarif bir incelikle dile getirdi; böylece sohbet, taze bir nehir gibi yeniden akmaya koyuldu. Jale, Karan’a bakıyor ve uzaktan Mete’ye bu kadar benziyor oluşuna anlam veremiyordu. Ağabeyi ondan büyüktü ve ikiz değillerdi. İki kardeş birbirine bu denli benzeyebilir miydi? Reyhan’ın gün boyunca Jale’nin zihninde dönüp duran, içini sessizce kemiren sözleri, o anda ansızın yeniden aklına düştü; ancak bu kez, gerçek olmadığını gözlerinin önünde tüm çıplaklığıyla görüyordu. Düşünceleri zihninde yankılandı, “Mete hamile sevgilisiyle gülüşüp, şakalaşıyordu. Onu aldatmıştı. Ama o Mete bu Mete değil, onun abisiydi.” Jale saçma düşüncelerinin etkisiyle kendini tutamayıp istemsizce güldü.
Mete dönüp onu garipsediğini belirten bir bakış attıktan sonra ekledi, “Bir şey mi oldu?”
Jale, “Yok, bir şey yok. Aklıma bir şey geldi sadece ona güldüm.”
Mete, gözlerinde yakıcı bir parıltıyla yavaşça yana eğildi. Nefesinin sıcaklığı Jale’nin yanağında gezindi.
Sesi, yumuşak ama kararlıydı, “Sen hep gül, olur mu? Senin o gülüşün… o bakışın… Her defasında aklımı alıyor. Gamzelerin öyle tatlı ki, oraya takılıp kalıyor, derinliğinde kayboluyorum.”
Jale dudaklarını ısırdı, bakışlarında hem davetkâr bir oyun hem de hafif bir meydan okuma vardı.
“Senin gözlerin de beni böyle yakaladıysa, artık kaçış yok demektir. Kaybolmak mı? O zaman birlikte kaybolalım… Ama burada, şimdi.”
Mete’nin eli, Jale’nin eline dokundu; parmak uçları birbirinin tenine yavaşça alışırken aralarındaki mesafe fark edilmeden kapanmaya başladı. Nefesleri birbirine karıştı.
“Burada mı?” dedi Mete, dudak kenarında belli belirsiz bir gülümseme ile.
Jale, “İmkânsız değil mi?” derken yüzünde oyunla karışık bir içtenlik, kalbinin sıcaklığını saklayan bir ışık vardı.
Mete, başını hafifçe yana eğdi, bakışları onun dudaklarına kaydı, pürüzsüz sesiyle fısıldadı, “Daha yakına gel… Sana imkânsız kelimesinin içindeki imkânların ne kadar çok olduğunu göstereyim.”
Kerim, “Ee, sen ne yapıyorsun Mete Bey? İşler nasıl gidiyor?”
Mete, Jale’nin sözleri arasında biraz sersemlemiş gibiydi, kendine gelir gibi derin bir nefes aldıktan sonra, toparlanmış bir ifadeyle Kerim’e döndü, “Ah, evet… Kliniği adaya taşımaya karar verdim. Yakın zamanda bir yer tutup başlayacağım.”
Jale şaşırmıştı, “Ya öyle demek, benim neden haberim yok?”
“Sevgilim, bu çok yeni bir karar. Şuan sen de herkesle birlikte öğrenmiş oldun.”
Muhabbet koyuydu ve konu konuyu açıyordu. Ancak Jale, gecenin ilerlediğini ve yorgunluğun ağır bastığını hissettiğinde, nazikçe müsaade istedi.
Tıpkı örümceğin, geceyle gündüz arasında salınan ince sabrıyla ve sezgilerinin görünmez pusulasıyla ilmek ilmek ördüğü ağ gibi… Kader de sessiz ve görünmez elleriyle, ipliklerini onların etrafında usulca dolaştırmıştı. Her iplik, mazinin loş odalarından süzülen bir hatıranın dokusuna; her ilmek, vaktiyle alınmamış bir kararın içten içe büyüyen pişmanlığına denk düşüyordu. Her düğüm, açıldığında kanatacak kadar derin bir hatıranın üzerinde atılmıştı. Bu ağ ne bir hamlede kurulmuştu ne de tek hamlede çözülebilirdi; çünkü onu örmek için zamanın bizzat kendisi ter dökmüştü. Ama zaman, o soğuk kozanın içinde bile ince bir çatlak bırakır. Gün gelir, içeri sızan ışık demetleri gölgede kalan kalplerin soğukluğunu biraz olsun ısıtmayı başarırdı.