0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
206
Okunma
Bereket Ana, “İçeride kimse var mı?” dedi. Jale henüz bitirmediği örgüsünü bırakıp pijamasını hızlıca üzerine geçirdi, kapıyı açarken örgüsü tamamen dağılıp bozuldu. Sakin bir ses tonuyla, “Efendim Bereket Ana, ne oldu?” Bereket, “Seni yerinde göremeyince merak ettim kızım. Üst kata soda almaya çıkmıştım. Dedenin midesi rahatsızlanmış ona götürecektim.” Jale tuvaletten çıkıp mutfağa girdi, buzdolabını açıp içini aramaya başladı, “Buzdolabında bir tane olacaktı. Belki sıcak olabilir ama… Buzdolabı bozulmuştu…” Bereket, “Tamam kızım, sorun değil. Deden sıcak da içer.” Jale yüzüne şaşkın bir gülümseme takınarak, “Hah, buldum. Gözümün önündeymiş, nasıl görmedim.” Bereket sodayı ondan alırken, “Sağ ol kuzum, iyi geceler, tatlı rüyalar gör inşallah.” Jale, “Yok babaanne, uykum kaçtı, uyuyamıyorum.” Bereket Ana, “Uyursun, gözünü kapat, uyumaya çalış. Bir zaman sonra bir bakmışsın uyumuşsun. Hadi iyi geceler sana.” Aşağıya inen merdivenlere yavaş yavaş yürümeye başladı, Jale’nin onu ardı sıra takip ettiğini fark etmemişti. Jale açık havaya çıkınca duyduğu ağustos böceklerinin sesiyle biraz ürperse de saçının sol tarafını örerek merdivenlerden inmeye devam ediyordu. Sağ kolundaki siyah tokanın farkına vardı. Onu dalgınlıkla koluna takmış olduğunu şimdi fark ediyordu. Sol elinin başparmağı ve işaret parmağı arasında örgüsünü tutarken, siyah tokasını sol elinin serçe parmağına takıp, kolundan bileğine doğru sıyırıp, sağ elinden çıkardıktan sonra sağ eliyle lastiği tutup içinden geçirdiği saç uçlarını iki elinin yardımıyla topladı. Yavuz Dede salona girdikleri sırada kanepede oturmuş, sağ elini karnı üzerinde gezdiriyordu. Bizi görünce kendini öne doğru atıp, kollarını dizlerinin üzerinde tutarak, “Çok fenayım, Bereket.” dedikten sonra elleriyle ağzını kapatıp tuvalete koştu. İkisi kanepeye yerleştiler.
Uzun bir sessizlikten sonra salona gelen Yavuz Dede, “Rahatladım… Yok, sodayı içmeyeceğim. Bereket, istersen sen içebilirsin. Ben uyuyacağım.” deyip içerideki odaya doğru yürüdü.
Bereket bir yudum aldığı sodayı masaya koyarken, “Jale, bize bu akşam uyku yok galiba kuzucum.” dedikten sonra Jale’nin dizlerine hafifçe vurup gülümsedi. Jale, “Bereket Ana, senin dün akşam uyurgezerliğin tuttu yine… Bir şeyler söyledin. Tarot kartlarımı temizleyecekmişim. Onları alıp, Eski Bademli köyündeki çınar ağacının altına gidip dua ettikten sonra gömecekmişim. Bir sonraki gün kartlar bir mektuba dönüşecekmiş. Mektupta yazılanları okuyup öğrendikten sonra kimseye anlatmayacakmışım, her neyse benden onu gerçekleştirmemi istedin, aksi takdirde lanetlenecekmişim.” Bereket dudağını büküp güldü, “Kuzum, sen bana bakma. Rüya görmüşüm, sakın beni ciddiye almayasın. Benim bile hatırlamadığım bu saçmalıklara inanıp da bir şey yapmaya kalkmayasın. Fal bakmak da baktırmak da günahtır.”
Mete uzun zamandır böyle rahat bir uyku çekmemişti. Ya kâbuslarla uyanıyor ya da tekrar eden rüyalarında birilerini kovalamaktan yoruluyordu. Sabahları uyandığında hiç uyumamış gibi yorgun hissediyordu. Ama artık bitmişti, Hikmet denen şerefsiz yakalanmıştı. Örümceğini düşündü, polisler onu öldürmüş olabilir miydi? Bazı insanlar için görüntü neden bu kadar önemliydi? Bir örümcek yaşamayı neden bir kelebek kadar hak ediyor olamazdı? İnsanlar tanımlayamadığı şeylerden korkmaya başlar, o şeye karşı bir ön yargı besler ve kaçarlardı. Mete öyle biri değildi. Onu diğerlerinden ayıran da tam olarak buydu zaten. Jale’nin güzelliğinden çekinmemiş, göz kamaştırıcı suretinin ardında bir duvar değil, bir kapı aramıştı hep. Reddedilme ihtimali gözünü korkutmamış, cesareti onun içtenliğinden doğmuştu. Jale’yi tanıdıkça, onun hakkında başkalarının fısıltıyla dile getirdiği kibirli olabileceği düşüncesi, Mete’nin aklından bile geçmemişti. Çünkü o, Jale’nin bakışlarında tevazuya dair derin bir nehir görmüştü. Sakince akan, kimsenin görmediği bir yerden beslenen bir nehir.
Zamanla, arkadaşlıkları yavaş yavaş aşka evrildikçe bu nehrin kaynağına biraz daha yaklaşmıştı. Her geçen gün Jale’nin içindeki sükûneti, zarafeti, gösterişsiz sevgiyi daha berrak bir şekilde görür olmuştu. Onun gerçek güzelliği dış görünüşünün ötesindeydi. Ve Mete, bunu en başından beri görebilen nadir insanlardandı.
Onlar yeni tanışmıyorlardı; birbirlerinin çocukluk yıllarını bilen, zamanın derinliğinde süzülmüş iki kişiydiler. Tek sorun aşkın bir insanın farklı yönlerini ortaya çıkaran derin bir duygu olmasıydı. Her şey iki ihtimal dâhilindeydi, ya arkadaşlıklarını riske sokan bu yabancı duyguyu aşka dönüştürecekler ya da bu duygu belirsizlikten filizlenen zehirli bir sarmaşık gibi arkadaşlıklarını çepeçevre sarıp sonunu getirecekti.
5.0
100% (1)