0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
163
Okunma
Karanlık çökmüştü…
Girit’in üstünü siyah bir örtü gibi saran dumanlar, gecenin sessizliğine uğursuz bir uğultu bırakıyordu.
Osmanlı’nın uzun süredir kuşatma altında tuttuğu Kandiye Limanı, artık yalnızca savaşın değil, acının da merkezine dönüşmüştü.
1648’den bu yana süren Girit Seferi, tarihe “Kandiye Kuşatması” olarak geçecekti.
Venedik yaralılarını taşıyan gemi limana demir attığında, sahilde ağlaşan kadınların feryatları yükselmişti.
İtalyan müttefiklerinden gelen son desteğin de ağır kayıplarla dönmesi, halkta umutsuzluğu artırmıştı.
Lucio, ağır yaralı Ammon’u sırtında taşırken terden ve kandan sırılsıklamdı. Kalabalığı yaran Amata, elleri titreyerek onlara koştu.
— “Baba!”
Ammon baygın haldeydi. Gözlerini araladı, sesi çatlak ve zayıftı:
— “Amata… kızım… seni… görmek… bir mucize…”
Amata’nın gözleri yaşla doldu. Yanında diz çöktü, ellerini babasının yarasına bastırırken,
— “Tanrım, lütfen onu alırsan beni de al…” diye yalvarıyordu.
Lucio sessizdi. İçten içe sarsılmıştı. Savaş alanından getirdiği tek şey, içini yakan bir gerçekteydi artık:
Amata’nın gözleri hâlâ umutla başka bir yöne bakıyordu… Kime, neye?
Ertesi gün deniz yine berraktı. Osmanlı donanması sahile yakın bir hatta kısa süreliğine yaklaştı.
Padişah IV. Mehmet’in emriyle Fazıl Ahmet Paşa, son üç yıldır bu kuşatmayı kırmak için hem karadan hem denizden baskıyı artırmıştı.
O sabah esir takası için küçük bir birlik kıyıya geldi. Takas, çoğu zaman olduğu gibi sahilde sessizce yürütülüyordu. Ne kazanan vardı ne barış…
Kara Bahir, kayalığın üzerinden takas alanını gözetlerken kalabalığın kenarında biri dikkatini çekti.
Beyaz başörtüsünün altından güneş gibi bir yüz…
Bir anlık bir bakış, ama zamana meydan okuyan bir andı bu.
O, Amata idi.
Tesadüf değildi belki.
Amata da o sırada kalabalık arasından başını kaldırmış ve onu görmüştü. Kara Bahir…
Kimi gördüğünü bilmese de içi titremişti. Göz göze geldiklerinde sanki savaş durmuş, dalgalar susmuş, kalpleri ele veren bir rüzgâr esmişti.
Birbirlerine hiç konuşmadılar. Ama o an…
Kalplerde bir tohum yeşerdi.
Kara Bahir kayalıklardan indiğinde içi huzursuzdu. O bir Osmanlı leventiydi, Allah yolunda bir gaziydi.
Fakat az önce gördüğü o yüz…
“Gözleri kalbime değdi. Bu ne biçim imtihandır Allah’ım…” dedi içinden.
Kırkık Hasan yanına yaklaştı.
— “Daldın yine Bahir. Girit kızlarından biri mi aldı aklını?”
— “Bilmem Hasan… Savaşta bile aklıma düşüyorsa, unutmak kolay olmayacak…”
Dedi, ama ardından susmayı tercih etti. Kalbi daha önce hiç böyle çarpmamıştı.
Lucio ise hâlâ Amata’nın baş ucundaydı.
Venedik Senatosu’nun gönderdiği altınlarla kurulan yeni birlikler savaş alanına hazırlanırken, Lucio içindeki başka bir savaşı bastıramıyordu:
“Beni hiç böyle sevmedi.”
Lucio’nun en büyük dayanağı Ammon’un ona verdiği değerdi. Fakat Amata’nın gözlerindeki uzaklık, Lucio’yu her geçen gün sessiz bir yalnızlığa itiyordu.
Amata ise yalnız kaldığı her an, Tanrı’ya daha sık dua eder olmuştu.
Ama artık dualarında sadece babası değil… bir yabancının silueti de vardı.
Adını bilmediği o Müslüman asker…
Bir düşman… ama nedense kalbinin sükûnet bulduğu tek görüntü.
“Bu his haramsa, neden kalbimde doğdu Tanrım?” diye fısıldadı bir gece.
Savaş ise yeniden alevlenmek üzereydi.
Fazıl Ahmet Paşa ve Yusuf Paşa yeni taktikler üzerinde çalışıyor, Osmanlı donanması ileri harekât için hazırlanıyordu.
Osmanlı cephesinde, Midilli ve Sakız adasından gelen destek birlikleri Kandiye’ye yanaşmıştı.
Lucio da iyileşen Ammon’u sevindirmek için savaş alanına dönmeyi planlıyordu. Gönlünde hem zafer, hem Amata vardı.
Ama Kara Bahir’in gönlünde artık yalnız zafer yoktu…
Bir yüz, bir bakış, bir sır…
Savaşın seyrini değiştirecek olan şey artık sadece kılıç değil, kalplerin yönüydü.