1
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
202
Okunma
(Yaşamdan Bir Kesit)
…Bin Dokuz Yüz Altmış Dokuzda (1969) çıkmışım köyden. Yani eh işte, aşağı yukarı kırk yıl olmuş. Kırk yıl önce dün ve kırk yıl sonra bugün…
Kırk yılda ne mi değişmiş?
Hiç…
Değişen bir şey yok. Siyasal olarak, sosyal olarak, parasal olarak… Kalkınmış, çağ atlamış mıyız? Uzun bir yol kat etmiş, bir adım ilerleyebilmiş miyiz? Siyasal, sosyal, parasal...
Peki, kültür olarak? Ha, bak o değişmiş biraz, negatif olarak. Çünkü beyin yıkayıcı televizyonlar orada da var. Kendilerince yönlendiriciler, çıkmaz yol göstericiler, hormonlu kültür üreticiler…
Hiçbir şey değişmemiş her şey eski tas eski hamam, kırk yıl önce neyse gene aynısı dedik ama genel anlamda bu bir mutsuzluk ifadesidir. Gönül arzu ederdi ki, neler neler. Hey gidi…
Aslında değişmeyen bazı şeyler var ya, onlar ne kadar da iyi. Mesela saflık, arılık… Mesela hoşgörü. Yardımlaşma, dayanışma. Mesela vicdan. İnsaf gibi, acıma gibi, koruma kollama gibi duygular.
İnsanlar değişmiş mi?
Hayır!
Bu yüzeysel bir analizdir tabii. Zihniyet değişmiş mi? Hayır. Bu genel bir ifadedir. Bir evrimleşme gerçeği var, değişmemek mümkün mü? Değişmemek tabiatın kanuna aykırı ki, anlatmak istediğimiz başka bir şey. İsterdik ki, ne çok şey değişsin ama pozitif olarak. Kırk yıl sonra geldiğimizde sevinip coşalım, mutlanalım, başımız göğe ersin.
Ya zihniyet?
Yönetenlerin, yönetenleri yönetenlerin ve yönetilenlerin değişmeyen zihniyeti… Atlar kimin ki, dizginler kimin elinde? Demeyin at kim, dizgini tutan kim? Demeyin kim özgür, kim esir? Demeyin ki, bu şartlarda zihniyet arzu ettiğin gibi nasıl değişir? Özgür irade kimde var? Kimsenin iradesini esir edemezler ama o bir felsefe. Geçekte başka başka etkenler var. İşte boy, pos, endam… İşte para, pul, top, tüfek… Kalantor bir dayı, leylim ley bir teyze, çizmeli sam amca… Gerisini siz sayın. Mesele para meselesi haline gelmişse ve zihniyet de tepeden tırnağa değişmemişse…
Zihniyet değişmezse hiçbir şey değişmez.
Ne mi değişmiş?
Bizim buralar dağdır, bayırdır, kumdur, çakıldır. Topraklar çorak. İşte, toprak çoraktır deyip suçu ona atmışlar. Çoraktır ama iyi yerler de vardır. Yani, iyi denecek yerler. İyi olan yerlerde iyi kötü arpa, buğday, yulaf, çavdar olur. Mısır olur, gündöndü olur. Biraz ekin, biraz meyve, biraz sebze… Soğan, sarımsak, fasulye… Elma, erik, armut, üzüm… Şu bu olur işte. Olmaz deyip kolaycılığa kaçmak, şartları zorlamamak...
Bizim buralarda çok yer açıklık ve çayırlıksa birçok yer ormanlıktır. Meşe, kayın, gürgen… Kesmişler, satıp parasını yemişler.
Hiçbir şey yoktan olmamıştır. Var olan da yok olmayacaktır. Kesmekle bitmez, yeşil sarıya dönüşmez elbet ama kestiğinin yerine yenisini dikersen, sulayıp beslersen…
Kırk yıl önce demiştik; “Gelin şu tarlaları sürelim, ekelim. Az da olsa olur. Az, hiç yoktan iyi değil mi? Çukur boylarına ceviz, sulak çayırlara kavak dikelim. Ottan daha iyi değil mi? Buralar şarap tanrısına adanmış topraklarmış. Gelin bağ dikelim; güney yamaçlarını asma yapraklarıyla yeşillendirelim. Çıplaklıktan iyi değil mi? Gelin ayağa kalkalım ve silkelenelim. Üstümüze yapışmış ölü toprağından kurtulalım. Ağırlık yapan bu! Bizi hantal yapan bu! Ağzımız bir karış, hep uykumuz var. Hep esniyoruz. Hep yorgunuz. Kader denilen şeye razı olmuşuz. Kader bizim kaderimiz mi? Ezilmek, büzülmek, yerlerde sürünmek kaderse buna karşı gelelim. Uğraşalım. Değiştirmeye çalışalım. Armut piş ağzıma düş mü? Yok öyle bir şey. Çalışalım önce. Bokluklar yol boylarında kokmasın. Sidikler çukurlarda akmasın. Dağ tepe her yer taş ama avlular çalıdan çırpıdan. Bu ayıp imkânsızlıktan değil ihmalkârlıktan. İşleyelim ki, demirimiz ışılasın...”
Eee dinlemediler…
Sizin toprağınız mı var?
-Yok mu?
Sizin tarlanız mı var?
-Yok mu?
Yok! Sizin bir adım tarlanız, bir karış arsanız yok.
-Yok mu? Yanıkbayır’da, Yalnızağaç’ta, Göksu’da, Soğuks’uda… İşte Eskibağlık, işte Maşatlık… Bizim birçok yerde birçok tarlamız var.
Var mı?
-Vaar…
Nah var! Sizin kel başınız, kambur sırtınız, çıplak kıçınız, aç karnınız, iki elinizde on parmağınız var ama bir bokunuz yok. Pardon, tapunuz yok. Elinizde senediniz yok. Eviniz sizin değil, kabriniz sizin değil, bir karış toprağınız yok akıllım! Yarın bir gün devlet buraya gelir… Ha, lazım olduğunda gelmiyor mu? Ama canı çektiğinde gelir. Ve her şeyinizi alıp hazineye verir.
-Verir mi? Koca bir devlet kendi köylüsüne böyle eder mi?
Bir gün canı çekmiş gelmiş ve köylüsüne edeceğini etmiş. Ne mi etmiş? Kadastro geçirmiş, köylüye tapu vermiş. Tapu… Devlet senedi. Kapı gibi…
Ahmet aga kaç dönüm tarlan var senin?
-Altmış dönüm, yetmiş dönüm, yüz dönüm… Mesela…
Yirmisi ormanın. Kırk hazineye, kırkı senin… Al! Aldın mı? Gör! Gördün mü? Hadi öyleyse hayrını gör. Tepe tepe… Pardon, öküzle süre süre kullan! Gördün mü Ahmet aga! Ne gördün?
-Tövbe estağfurullah!
Devlet gelmiş ve birçok yere çam dikmiş. Ne iyi! Çok çamlıkta çok domuz üremiş mi; aman ne iyi! Gördüm ki kırk yıl sonra Koruköylüler, yani bütün orman köylüleri bunu görmüş. İşte vergi vermişmiş, askere gitmişmiş, devlet ne istemişse he demişmiş! Bir gün gelmiş ve ne bileyim orman köylüsünü kalkındırma projesi mi, ne bileyim memlekete hizmet sevgisi mi, estek köstek mi, buraları terk edip git mi, her neyse halleri perişan. Orman köylüsü bunu görmüş. Yani güzelliği değil görmüş anasının örekesini…
Baktım her yer boş. Arazi yani. Yirmi ormana, kırk hazineye, kırk da onlara ya; devletin kendilerine vermediği altmış dönüm de verip de beğenmedikleri kırk dönüm de boş. Her yer boş. Git sür, mazotun yeterse! Git ek, maçan yerse! Ektiklerini biç biçebilirsen, anasını bellediğimin domuzları yemezse!
Hiçbir şey değişmemiş dedik ama gördük ki bazı şeyler değişmiş. Ne mi değişmiş? Mesela; kırk yıl evvel göçüp gidenler bir fabrikada çalışarak kırk yıl sonra emekli olup emeklemeye başlayınca, yani şehirde de kendilerine bir ev, bir mezar yeri alamayınca çaresiz köye geri gelmişler. Az da olsa bir emekli maaşın varsa köyde hayat kolay. Güneş bedava, su bedava, hava bedava… Çok şey de ucuz. Yani bazıları geri gelmiş. Ne iyi…
Başka?
İşte, köyde genç menç yok. Kırk yıl sonraki gençler de kırk yıl öncekiler gibi göçüp gitmiş. Sürünmeye… Çünkü yok. Nüfus artınca çok insana burada yaşam şansı yok. Zaten var olan üç dönüm kıraç toprağı üçe bölmüştü ya devlet! Kardeş kardeş… Yirmi ormana, kırk hazineye, kırk sana…
Ahmet aganın üç kızı, iki de oğlu var. Yani kızları da sayarsak beş çocuk… Ahmet aga matematik profesörü mü ki, üçü beşe nasıl bölsün?
Başka?
Köye elektrik gelmiş. Televizyon, yani görüntü var. Telefon gelmiş, yani ses var. Biraz resim, biraz gürültü…
Dünya doydu, talep yok. Talep olmayınca arz olsa ne olacak? Bu yüzden kapitalizm tıkanmak üzere…
Motorlu araçlar ucuzlamış. Koruköy’de de çok. (Bu sosyalizm işaretidir) Motorlu araç çok ama öküz yok, manda yok, beygir yok. Onlar yok artık. Anılarda kalmış. (Bu da tükenişe işarettir) Kahve ocaklarında eskiden odun yanardı; şimdi tüp gaz. Köylüler eskiden lastik ayakkabı giyerdi, şimdi iskarpin. Ya da Adidas, Nayk, Mayk… Çakmasından tabii. Eskiden sarma cigara içerlerdi, şimdi uçlusundan. Ha, bir de geçen yıl bir gözboyamacı gelmiş, köy meydanına kilitli taş döşemiş. Güzel oldu diye sevinmişler. Gelecek seçimde ona oy vereceklermiş. Aferin! Köy camisi minaresizdi. Cennetten yer kapmak isteyen zengin biri dibine minareyi dikivermiş. İki derslikli bir okul vardı, o ise köyü terk etmiş…
Başka?
Başka… Genel ifadeyle böyle işte.
Peki zihniyet?
Zihniyet mi?
Evet…
Onu sormasan. Ama sordun. O, hep o. Kırk yıl önce neyse bugün gene o. Öncelikle zihniyet değişmezse hiçbir şey değişmez ki birader!
Birisi anlatıyor:
"Adam köyü terk edip gitmiş. Yaban ellerde kırk yıl gezmiş. Kırk yıl boyunca gelmemiş. Emekli olunca da gelmemiş. İkramiyesini burada değil de başka yerlerde yemiş. Naçar kalınca, ya da nalları dikince gelmiş. Öleni buraya getirirler, bizi rahatsız ederler. Ölü gömmeye bıktık ulan! İşimiz gücümüz yok mu bizim?" Budur işte! Sonra da sırıtarak; "Şaka, şaka…" demez mi. Kakarım şakana! Pardon! Yersen kulaklara kadar, yemezsen şaka... Zihniyet bu işte!
Üç kişi bir traktöre binip Meşeliköy’e gittiler. (Mezarlık) Üç kazma, üç kürek, balta, testere, bir testi su, biraz da nevale… Bir metre derinlikte, yarım metre genişlikte iki metrelik bir çukur kazdılar, mezarı hazır yaptılar. Al sana mekân! Bir kişiye bu kadar… Fazlası haram! İsraf haram!
Öğle namazı kılınınca ölü götürülüp gömülecekti. Yıkandı, paklandı, sarıldı, sarmalandı; yolculuk için hazırlandı. Öğle olunca ezan okundu; camiye dolundu. Namaz kılan kıldı, kılmayanlar hazır kıta…
Öf, gömsek şunu gitse, işimiz bitse. Üf, hava da ne sıcak!
Zaman geldi, hoca geldi. Adamlar da peşinden… Biz de geldik. Isım akraba, konu komşu, tanıdık, yabancı, bilen bilmeyen, seven sevmeyen toplandık. Ölü kefenli ve ev önündeki ceviz ağacının dibinde… Başı kıblede… Başında da bir nöbetçi... Okan da geldi. Benim küçük oğlan. Sonra İlkan geldi. O da büyük olan. İkisi de yanımda. Onlar ilk defa bir cenazedeler.
Saf tuttuk, ölünün ayak ucunda durduk. Kadınlar yok. Onlar balkonda. Kavuşmuş elleri göbeklerinde, gözleri kulakları burada.
Okan sordu sessizce:
"Baba bu ne?"
Ölü için helallik alınacak, dualar okunacak ama kadınlar yok! Onlar, yedi metre ötede ayrı bir yerde...
Onlar kim?
Öncelikle birisi karım. Çocuklarımın anası. Tabuttaki ölü de babası. Birisi teyzesi, birisi nenesi, birisi yengesi…
Öteki?
O da komşu teyzesi, komşu yengesi…
Aman siz orada kalın, sakın erkeklere sokulmayın!
Erkekler kim?
Öncelikle birisi kocası. Yani çocuklarının babası… Birisi kardeşi, birisi abisi, birisi dayısı, birisi amcası…
Ya ötekiler?
Ötekiler de bilmem kaç yıl birlikte yaşadığı kaderdaş köylüler. Kız almış kız vermişler; herkes ısım akraba gibi. Burası küçücük bir köy; osursan duyulur. Nedir bu haremlik selamlık?
"Anlatayım Okan! Neyse, sırası değil şimdi. Sus da hocayı dinle!"
Adettendir, hoca sordu:
"İşte dün aramızda olan, bugün sessiz sedasız ayrılan mevta kişiyi nasıl bilirdiniz?"
Adettendir, üç kere:
"İyi bilirdik, iyi bilirdik, iyi bilirdik…"
Dünkü hava raporu çöl sıcaklarının geleceğini söylüyordu. Bir gecede gelivermiş. Felaket sıcak! Ama cenaze gölgede… Saygıdan ötürü. Hoca efendi gölgede. Özelliğinden ötürü. Cemaat güneşte. Çünkü onların daha çekecekleri var da ondan ötürü...
Hoca çok anlattı. Bilge olarak. Biz de dinledik. Cahil olarak. İhtiyacımız da varmış, hani bilmeyenler olarak…
Dinden imandan, Kuran’dan kitaptan, yalandan dolandan, fani dünyadan, baki dünyadan anlattı, aktardı işte. Birçoğu güzel şeyler. Çoğunu boş ver ama din bu işte! Sonra ölüm! O bir muamma…
Tabutta yatan ölü biri varken boş ver diyemiyorsun. Kim çok konuşursa ölüm karşısında susar. Ölüm çaresizlik… İnsan, birçok şeyi bilir de... Düşünen bir varlıktır; aklıyla algılar, mantığıyla sorgular ama ölümün çaresizliğinde din mi, bilim mi ikilemlerinden sıyrılıp imam sıfatlı kişiyi kuzu kuzu dinler. İsterse!
O anlattı biz dinledik. Arada sırada; "Hava çok sıcak, kısa keselim" gibi şeyler söylese de konuşmasını sürdürdü.
İnsan etten ve kemiktenmiş. Fani dünyaya gönderilmiş ve bir sınavdan geçmiş. Sınavı vermiş veya vermemiş, vakti zamanı gelince gitmiş. Şimdi gömecekmişiz ve kıyamete kadar kabrinde bekleyecekmiş...
Ve kabir azabı…
Kıyamet koptuğu zaman ve mahşer kurulduğu zaman sorgucular Cehennem soruları sorduğunda kimileri hesap verecek, kimileri de veremeyecek. İşte üç okka günah, beş okka sevap… Terazi tabii ki bizim bildiğimiz terazilerden değil. Ölçüyü kutsal kitap yazıyor ama gene de doğrusunu Allah bilir. Kısacası; iyiler Cennete, kötüler Cehenneme… Günahlar sevaplar tartılacak. Aman Allah’ım, o gün ki ne gün! Ana baba çocuğunu tanımaz. Çocuk, anayı babayı tanımaz. Karı kocayı, koca karıyı… Kimse kimseyi tanımaz. Aman Allah’ım!
Okan, duyduklarından korktu. Bakıyor, gözleriyle soruyor; “Baba,” diyor, “bu nasıl bir iş? Herkes kendi derdinde, herkes hesap peşinde, Cennet hevesinde… Bu ne biçim iş? Herkes bencil, herkes tekbenci! Kimse kimseyi tanımazmış! Baba oğlundan, ana kızından kaçarmış! Olacak iş mi bu?”
Gözlerimle “Oğlum,” diyorum ona, “bana öyle bakma. Ben bilmem. Hoca böyle diyor. Ben ne bileyim? Sus da onu dinle!”
Diyemiyor ki; “Bu da bir tür korku felsefesi mi? Gece kıra çıkma, tavşan tekeleri var. Küllüğe işeme, Cin çarpar. Canın çekse bile karpuz koparma bostandan, hıı candırma! Yalandan yemin etme, anan baban ölür. Çok okuma aklın çorba olur. Sivri yazma, kodes evin olur…”
Böyle işte. İnsan uğraşmak zor! Yola yordama sokmak zor! Bir de akıllıysa? Güdücüden kurtulup sürüden ayrıldıysa? Bir de asi olanları yok mu? Bir de boyun eğmek, diz çökmek istemezler mi?
Korkakların silahı korkutmaktır. Korkut, ürküt. Çükünü keserim de onlara, kulağını çekerim de! Diline acı biber, hem de gözüne. Olmadı mı? Keserim ulan seni, deşerim ulan seni! Yutmadı mı? Bölerim, parçalarım yine de yerim ulan seni de!
Ama gene de zor. İnsanla uğraşmak zor! Yok mu şu akılları! Var mı kafa çalıştırmaları… Bir de “Akıllıyı severim ama benden akıllısını asla” diyenleri.
Ne karmaşık…
Ölü kıyamete kadar kabrinde yatacak, sonra fırlayacakmış. Hoca dedi ki; “O gün ne gün ki, aman Allah’ım! Denizlerin altı yarılacak, sular kabaracak, yayılacak. Her yer sallanacak. Her yer sallanınca kabirlerinde yatan ölüler havaya fırlayacak. Yere düşen yuvarlanacak ve kalkacak. Herkes toz içinde. Silkelenecekler. Üzerinde hiç tozu kalmayan Cehenneme gidecek. Yani, temizler Cehenneme!
Okan, bakıyor ve gözleriyle; “Neden?” diyor. “Lafını ettiğin ölü toprağı bu mu? Hani, kalkıp dikilin, silkelenin. Ölü toprağı üstünüzden dökülsün dediğin…”
Ağzımı büküyorum. “Oğlum, hoca öyle diyor. Ben mi?”
Silkelenince üstü az tozlu kalanlar Cennete…
Neden az toz?
Çünkü onlar bu dünyada yaşarken Allah için çok namaz kılmış. Üstlerine yapışan, silkelesen de çıkmayan tozlar o zamandan kalan tozlar...
Okan, sormak istiyor ama soramıyor. “Baba, ya tozsuz yerde kıldıysak da üstümüze namaz tozu bulaşmadıysa?”
Anlıyorum. “Oğlum,” diyorum gözlerimle; “ben değil hoca öyle diyor.”
Hoca diyor; “Namaz kılanlar Cennete gidecek.”
Ya kılmayanlar?
Onu Allah bilir.
“Bu Hoca da bazı şeyleri biliyor, bazılarını bilmiyor.” İlk defa fetva dinleyen bir çocuk gözleriyle öyle diyor…
Diyorum Okan’a; “Deden ölüp gitti. Tamam. Her şey bitti. Şimdi kabrine girecek, orada kıyameti bekleyecek. Hocanın dediğine göre, ölen biri kabirde beklerken bıraktıklarıyla yaşayacak. Ne bıraktı? Mesela kız bıraktı, oğul bıraktı. Ama iyi yetiştirilmiş olacaklar. Din, iman, Allah, kitap bilen…”
“Baba,” diyor Okan, “ya hiç evlenmemişse? Evlenmişse ama Allah ona evlat vermemişse? O zaman?”
O zaman bir çeşme yapmışsa, bir yol, bir köprü, cami, okul, medrese…
“Baba, ya parası yoksa? Fakirse? Allah ona zenginlik vermemişse?”
Bu Okan da… Çok olma bakalım! Bu kadar sorma bakalım! Ulan kıyamet mi koptu? Ulan mahşer mi kuruldu? Biz mi öldük? Ölen deden. Kabre girecek o, kıyameti bekleyecek o, hesap verecek o! Bırak o düşünsün…
“Baba, ayıp valla!”
Haa! Belki de diyordur kendince; “Hoca haklı valla! Kıyamet koptuğu zaman, ben de korkup ona koştuğum zaman kaçacak valla! İnsan Cennet için çocuğundan niye kaçar, anlayamadım valla!”
Çok olma! Din bu! İnan, soru sorma! Bunlar karışık işler. Kitap ne diyorsa o. Bu yüzden herkes bir kitap seçmiş kendine. Ya da istememiş. Kitabı olan var, kitapsızlar var. Yani, ne desem sana? Neyse, henüz küçüksün. Hele bir büyü. Yaşa, gör. Oku, öğren. Eğri ne doğru ne kendin ayırt et.
Fazla karışmıyorum. Bak burada bir köy var. Ve küçük bir ev… Tabutta da ölü… Ve ağlayanlar… Ve başkaları… Ve tanıdıkları, tanımadıkları… Ağlamayanlar var. Ve ben ve sen… Gerçek olan bu…
Merasim bitti, cenaze kaldırılacak. Ölüyü taşıma yarışı başladı. Bir telaş erkeklerde… Okan, yine hayretler içinde.
-Tabutu erkekler taşıyor. Kadınlar evde kaldı. Neden?
-Öyle. Herhalde adetten…
-Herkes yarış ediyor. Sen gerilerdesin. Neden?
-Okaan!
-Ama neden baba? Sakın Hoca dedi deme bana! O da önlerde bir yerde…
Öf be Okan! Zamanını bekleyemedin. Büyüyüp kendin öğrenemedin. İyi, bil öyleyse. Ama bana çokbilmiş baba dersen bozuşuruz bak!
-Eh ama hadi!
Kendin kaşındın. Öyleyse peki. Böyle itiş kakış tabut koluna yapışmak neyin nesi? Kendilerince inanmışlar işte. İnandırılmışlar veya kandırılmışlar. Sözde son görevlerini yapacaklar, vicdanlarını rahatlatacaklar. Neden? Çünkü adam sağken onu bir gün bile taşımamışlar. Taşımamışlar Okan! Ben çok taşıdım. Öyle bir sıkıntım yok, bu yüzden rahatım…
“Vay be! Böyle bir baba hem bugünde hem de mahşeride Cennet için bile oğlunu terk etmez!”
“Okan deden dört kolluda… Dört kollu da neymiş deme! Deden Meşeliköy yolunda… Meşeliköy de neresiymiş deme!”
(Karım İsmigül’ün babası, iki oğlumuz İlkan ve Okan’nın dedesi kayınpederim rahmetli Hasan Çivi anısına, Ölümünden 17 sene sonra tekrardan…)
22 Mayıs 2008 Lüleburgaz