Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz. baco
Hasan Hüseyin Arslan
Hasan Hüseyin Arslan

Kendimle Başbaşa Kalan Ben

Yorum

Kendimle Başbaşa Kalan Ben

( 1 kişi )

0

Yorum

1

Beğeni

5,0

Puan

340

Okunma

Kendimle Başbaşa Kalan Ben

Nisanla beraber, baharın kendini biraz hissettirdiği serin bir Nisan akşamından sonra gelen geceyarısı. Her yer sessiz; böcekler kımıldamıyor, toprak toprak gibi uzanmış kendi keyifini çıkarıyor, kuşlar ve insanlar da aynı sessizliğin akibetiyle başbaşa kalmış. Ortalık tam bir huzur abidesi, gününün yorgunluğundan eser yok. Tek uyanık benim gibi geliyor oturduğum semte. Sıkıntıya benzer beklentilerle meşgul edilmiş bir kafa taşıyorum omuzlarım üzerinde. Elim hiçbir şey yok. Sessizce oturmuş endişelerimle, kaygılarımla, bana özgü bir performans sergiliyorum aptalca. Oysa yarın yola çıkacağım, erken uyumam gerektiğini tasarlamıştım bütün bir gün. Tam beş saatten fazla bir süreden beri evdeyim. Uyku uğramıyor bana, hormonlar yine benimle dalga geçiyor galiba diyorum, sessizliğin endişesi içinde. Küçücük evde, odadan mutfağa, mutfaktan oturma odasına, oradan banyoya, sonra yatak odasına geçiyorum. Gitmenin acı sevgisiyle Gideceğim belirsizliğin endişeleri sarıyor bir çocuk gibi bedenimi. Uzak seferlerin arifesinde olmak, okyanus ötesi belirsizliklere gitmek gibi hisslerle dolu bir beyin bununla başedemez diyorum. Ama gidiyorum, sınırsız düşler kuruyorum, geçmiş günleri, sonsuzluluğa göçmüş her şeyi, devr-i daim olmuş yüzleri, görmeyen gözleri sıkıntıyla içimden geçiriyorum.
Mevsim bahar, gitmek ağır. Sırtımda ne kadar yük olduğunu da bilmiyorum, beynimin emirsizce hareketlerine de bir yön veremiyorum. Ancak düşlerimde çıktığım bu yolculuklar „bahar mevsiminde“ daha uzun sürüyor. Her yerden uzak olmama rağmen her yerdeyim, oralardayım, düşlediğim yamaçlarda, ovalarda, dağ eteklerinde, çeşme başlarında, nehir kenarlarında, bazı günler mutlu olan masal kentlerindeyim. Bu, bazen günlerce sürsede, değişen hava durumu gibi, mutsuz bir masal oyunu olan yaşamın unutulmaz perdesinin arkasında dinliyorum anlatılan masalları. Oynanan bu oyun, ta yaşamın kendisi. O yüzden veya bu yüzden tedirgin oluyorum, o yüzden ondan gelen her şey, aklımdan geçen tüm sözcükler, her ağacın tomurcukları, ismini bilmediğim gökyüzünde uçan bir kuş, çiçekler, toprağın canlanmış nemli kokusu, yüzlerde ki gülüşler, … beni kendimden sürgün eden düşlerde beliriyor.

Oturduğum iki sınıf arası semt ve yaşamın endişeli büyüleyiciliği dansediyor zihnimde, semitin ötesinde ki burjuva bölgesi, bakımlı evler, villalar, sırma işlemeli ve en sevdiğim Alp Beyazı bedanalı duvarlarıyla büyülüyor düşlerimi, bunun sebebi aynı zamanda büyüleyicilikleri de değil bu evlerin. Belki de sanatsal bir özencin, bir boğazın çekiciliğine benzeyen türlü türlü şekillerde, nesnelerde, resimlerde, renklerde, duvarlara dizilmiş taşlarda bile görüyorum. Bazen de duvar resimlerinin özenli boyanmış, ama kitç olmayan eski düş çiçeklerine varıncaya dek, her şey avucunun içine alıyor beni. Mevsim bahar, duvarlarda sarmaşıklar, kıştan kalma yorgunluklarını silkelerken, duvar dipleri çürümüş ve çürümeye aday yapraklarıyla kahverengi bir tad veriyor duvar diplerine. Tesbih böceklerine ve daha nice mini canlıya ev sahipliği yapmak uğruna. Özellikle bu hüzünlü masal çekiciliği beni etkiliyor ne olacağını bilmediğim yarınların tedirginliğiyla bu günü ihmal ederken. Düşlüyorum. İnsan neden anı, kendi anını yaşamadan, bilmediği yarının endişesini yaşarken algılar diye. Yarını değiştiremeyeceğini bile bile, neden bu günü ihmal eder diye! Yine de kendimle ilgili, kendime has bir yolculuğa çıkacağım için yıllardır düşlediğim ve gerçekleştiremediğim düşlerimin büyülü kollarında, masalsı duygularla kendimi kendime havale edeceğim sessizce …

Mesleksizlik mesleği diyorum düşlerime. Bir denizci gibi dünyanın her köşesini dolaşıyorum onunla. Şu anda, karanlık geçen ve binlerce insanın yıl boyu yağışlı geçen ve hastalıktan yoksulluktan ölenler için felaket yılı olan 1816 yılını düşünüyorum. Ve o yıl ölen insanları düşünüyorum birer birer. Bende o yıl dünya da varolsaydım, bende daha çocukken ölebirlirdim diyerek yaşadığıma sevinmiyorum. Gidiyorum, her yere: Tarihin derinliklerine, yeryüzünün tüm köşelerine, Sezarla sohbet ediyorum ve neden „bu adar adam öldürdün? Sen katilsin?“ diyorum. Aldırış etmiyor ve suratıma tükürür gibi sırıtıyor, Sonra katil Yavuz itini ve oğlunu öldüren kanunsuz süleymanın canilikleri geçiro gözlerimin önünden. O aşağılıklarla konuşmaya dahi tenezzül etmiyorum. Sadece Can Yücel Baba’nın bir küfürü geçiyor içimden bu yerli katillere karşı. Çıkıyorum istemeden çalan telefona cevap vermek için düşlerimden, gerçeğe dönmeden. Hiç olmadı, beni oradan sürekli uzaklaştıran bir yazgı, amansızca ve acımasızca bir cezalandırmanın, masal düşlerimin yükü olduğunu anlıyorum. Büyük bir mutsuzluk içinde „kralın kızına“ aşık olmuş bir çoban gibi hissediyorum kendimi. Haksız yere, Avrupa’nın göbeğinde, şehirin sessizliği içinde! Ettiğim tumturaklı yeminlerinde bir işe yaramadığını düşünüyorum.

Düşlerim, onların zenginliği ve fakirliği. Benim yürekteki sevgilim, hayat arkadaşım, omuzdaşım, düşünce kaynağım, hayal kırıklıklarım, büyük umutlarım. Bütün ruhumla kendimi onlara emanet ettiğim, yaşadıkça ve sonsuzlukların içinde döndükçe bunların süreceğini sanıyorum; onlara ilişkin çok şey biliyorum artık. Mevsim bahar, düşlerim ondan doğar. Ama ondan ayrıldığım anlar yıkılırım. Bunu biliyorum. Ayrılırsam, uykularım bile beni kovalayan görüntülerle dolaşan bir hayalet gibi gelir arkadan. Beklenmeyen bir geminin bir limana uğraması gibi sevindirici geliyor bana düş zenginliklerim. Beklenmedik biçimde geliyorum buk ente yeniden. Düşlerimde yaşadığım bu dünya denen semt; tuhaf, büyümüş, bozulmuş, iç karartıcı, ya da samimi bir arkadaşımın/ dostumun söylediği gibi: Bunlar daha iyi günlerimiz Hasan Hüseyin. Ona kavuşmanın ivediliği eşliğindekaraya ayak basıyorum düşlerimden sıyrılırken, yeni düşlere gebe beynimle. Tuhaf, vakit geçtikçe tedirginliğim artıyor, binlerce engel var hayatın içinde.Sonra hemen demir alma vakti geliyor ve dalıyorum bu sevimsiz kente; çarşı Pazar dolaşmak için, ne çıkarsa kısmete, iyisiyle kötüsüyle, doldurmak için gönül heybesine. Arıyorum beton sokaklarda yitirdiğim izleri, gözleri, elleri, düşleri, sevdiklerimi, hiçbir şey bulamadığım gibi kendimi de kaybediyorum, yüreğim daralıyor, uyanıyorum ve yürüyorum şimdi de Beyoğlu yönüne.

Beklemekle geçen bir gece, beklemekle geçen bir ömür. Benim gibi binlerce ömürler. Emirler yağdırıyor; acılarımın ve düşlerimin türkülerini söylemek, gelene geçene haykırmak vaktiyle içimde sakladığım ve düşlerimde açmaya cesaret edemediğim bir kitabı arar gibi arıyorum. Odamın penceresini açtığımda bir gece kelebeği hantal gövdesiyle dalıyor içeri. Sessizlik aynı kalmıyor o anda, hatta artıyor vızıltıya benzeyen bir ses uzayıp gidiyor. Aynı zamanda bir serinlikte akıyor açılan pencerenin etkisiyle içerde. Bir serinlik geliyor ormanlardan dağlardan, ırmaklardan, havadan, bataklıklardan, ortaboylu karağaçların, kestanelerin, dışbudakların, birkaç tanede ismini bilmediğim kestaneye benzeyen ve çiçekleri mosmor olan ihtişamlı allığından gözüme değilde zihnime işleyen o gündüz görüntüleri dinlendiriyor endişeli ruhumu. Bugün mü, yoksa başka günlere özgü mü olduğunu bilmediğim bir serinlik var dışarıda, gecenin ilerleyen saatlerine orantılı olarak. Karaağaçların, görkemli ve muhteşem ihlamur ağaçlarının, sıra sıra dizilmiş çınarların gövdeleri arasından süzülerek gelip beni yoklayan. Bu serin hava karanlık düşlerimden ve endişelerimden arındırarak uyandırıyor beni. Sonra gözlüğümün camlarını buğulayıp siliyorum, gecenin bu saatinde, hiç ihtiyacım olmadığı halde. Yaşamı doya doya solumak ve yeniden yaşamak için pencereden sarkıyorum dikkatsizce. Bir dikizci gibi! Etrafımda ve yöremde olan her şey yerli yerinde duruyor her zaman ki gibi. Ayın şavkı bu gece onlara, bilmiyorum nasıl ve neden, değişmez bir dinginlik, bir parça da gerçek dışılık veya gerçeküstücülük kalıyor, fakat onlar her zaman olduğ gibi hep aynı ve ben yıllardan beri bu duvarları, bu evleri, evlerin yollarını, arabaların yolun etrafında ki parklara konuşlanışlarına tanıklık ediyor, bahçelerin bisiklet yollarından geçerken içimi ferahlatan çiçeklerin ve yeşil kütlelerin görünüşlerine olan hayranlığımı gizleyemiyorum. Ve şu anda doğduğum topraklara çok uzak kalan burada, bu elde içimden küçük bir ezgi çağırarak „sigaramın dumanı“ şarkısını dinliyorum. Gitmemi öğütleyen hiçbir şeye kulak asasım gelmiyor. Başkaları, başka insanlar, benden daha yalın niceleri yanlızlığın pençesinde nasıl kıvrılıyorlar diye acı bir empati dalagsı yayılıyor ruhuma bedenime. Bir ülkeden gitmenin mutluluğunu da paylaşıyorum kendimle, Mehmet Gardaşımla yaptığımız ve kendi mizahımızı yarattığımız ve son zamanlarda ben „Ortaçağ kafalıyım Mehmet Gardaşı“ diye kendi kendime sitem ettiğimde, Mehmet gardaşım ise kahkasını gizlemeden: „Ne Ortaçağı Hasan Hüseyin? Biz Neolitik Cağdan geliyoruz“ diye doğru bir tespitde bulunuyor. Gülüşyoruz, kahvemizi yudumlarken. Evet diyorum, gerçekten evet, düvenle buğday harmanlamadan, orakla ekin biçmekten, papura sabanla akşama kadar arazileri çift öküzle çift süren babam hayaleti gerçek hayaleti geliyor gözümün önüne; köyün „Meşeli“ bağlarında çift sürdüğü günleri düşünürken. Bazen belki bende mi öyle yaşasaydım, diye eziliyor içim; irkiliyorum „ya Marburg’u görmeden ölmenin acısı nasıl olurdu“ bilmiyorum. Etrafdaki, bahçelerden kokular daha da serinden geliyor şimdi. Yükseldikçe yükselen bir uçak gibi; nem, yosun, geçen yılın yerde kalan dökülmüş yaprakları, bu yaprakların küfsüz kokuları nisanın artık yerini mayısa devretme zamanı geldiğinin müjdesini de veriyor. Havaların ısınmaya başlamasıyla buharlaşan toprak ve toprağın atmosferi kendine has kokusuyla dolaşması. Bahardayız, baharın ortasındayız artık. Önümde bir yaz daha var, henüz bitmeyen, okunması gereken kitaplar eşliğinde, bazen neşeyle, bazen de hüzünle, ... Sonbahar da İstanbul’a üç günlüğüne uzanmanın hevesi doluyor birden içime ve Pierre Loti’de bir çay içmek özleminde. Aman yüreğim diyorum; bu yolculuğa çıkınca, duvarları süsleyen begonilerin, kasımpatıların belki de o ihtişamlı renklerini, duvarları bezeyen güllerin güzelliğini, sonbaharın son pırıltılarını, eylülün yaprak döküşünügö remeyeceğim diye ödüm kopuyor. Kimbilir belki bu güzelliklere bir daha ne zaman kavuşrum telaşı içimde dolaşırken, beklenmedik olaylara kucak açan dünyanın belirsiz bir geleceğe sürüklenişinin korkularıyla dolaşıyor benim de yüreğim her duyarlı bir demokrat gibi. İşte şimdi, bu yolculuk arefesinde gecenin de hüzünlü ve kasvetli havasıyla bütünleşen yüreğim sıkışıyor, bir yerde yüzüstü bırakılmanın acısıyla gerçeğe hü diyor beynim.

Sonra içim ferahlıyor hedefine varmış bir yolcu gibi. Kendime ulaşmanın tedirgin sabırsızlığı içinde unutulan bir nesne gibi unutuyorum kendimi, bunun nedeni, kendimi sakladığım kafesimden dışarı bırakıyorum kendimden kaçayım diye. Nafile. Kendisinden esinlendiğim geceye teşekkür ediyorum bu yüzden tüm samimiyetimle … Ufak tefek eşyalarımı sakladığım küçük puro sandığı gülümsüyor birden yüzüme. Pencereyi kapatıyorum aniden, davetsiz misafirleri içeri almamak için. Becerikli bir elin ustaca yaptığı bu ufak mini sandık üzerine sadece çizilmiş, fakat büyüleyici renk tonları öpüyor gözlerimi, seyrederken. Birbirlerine dost olanların, sevenlerin, birbirlerine uğur getirsin diye verilen nesnelerin, unutulmamak adına yaşamlarının geride kalan izlerinin, kendime hediye ettiğim dolma kalemlerimin, değiş tokuş ederek elde ettiğim bazı değersizmiş gibi görünen bu küçük parçaların ne kadara anlamı olduğunu seziyorum şimdi. İçim burkuluyor, ortada fiili bir durum olmadığı halde. Dünya kurulalı, insanların akıllarıyla var oldukları günden beri üzüntü ve sevinç veren bir çocukluktur anılar benim gözümde. Yaşadığım kozmopolit şehirlerde, okuduğum okullarda, çalıştığım işyerlerinde, gördüğüm ve gezdiğim ülkelerde rastladım, insan duygularındaki bu paralellik, ruhların kendi bireysellikleri konusunda endişelerim sürekli artıyor ve içimden şöyle bir düşnce geçiyor: ruhlar hep aynı görünürler, öyle ki, kişisellikten tümden yoksun olan bu insan türünün sonsuzce kendini revize etmesinin ve yenilenmesinin gelip geçici hevesleri diye bakmak isteğine kapılırken yine yanılıyorum.

Öyleyse hepimiz için durum aynı demektir. Aşk büyüdüğüğü ve sonsuluk özlemine kadar merhale merhale yükseldiği, bir dostluğun veya arkadaşlığın, ya da bağlılığın bitmesi kaygı uyandıracak ölçüde derinleştiği zaman, gözler geriye, sevilen kimsenin, çocukluğuna ve anılarına çevrilir. Yaşanan anlar kısa ve hep yetersiz görünür, o zaman geleceğin belki hiçbir zaman varolmayacağını bilen insan, hiç değilse olmuş olanı yaşananı, geçmişi ele almaya ve ele geçirmeye çalışır. Ben de bunu yapıyorum, geleceğin belirsizliğinde, sisli günlerin sinsiliğine boyun eğmemek adına, yaşıyorum ve yaşamaya çalışıyorum varolan anla. O halde gel ve katıl sende bu kervanıma.

Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Wuppertal - 24.06.2025

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Kendimle başbaşa kalan ben Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kendimle başbaşa kalan ben yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Kendimle Başbaşa Kalan Ben yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL