7
Yorum
19
Beğeni
5,0
Puan
324
Okunma
Yusuf, bir zamanlar ailesi, evi ve hayalleri olan bir adamdı. Ama hayat onun sırtına art arda tokatlar indirmişti. Önce işini, sonra karısını kaybetmişti. En sonunda dostlarını da… Elinde avucunda hiçbir şey kalmayınca, Ege kıyısındaki kasabaya anne babasından miras kalan, rutubetli, iki odalı ahşap bir gecekondunun içine sığındı. Zamanın örselediği bu virane yapı, onun hayatta kalan tek yuvasıydı.
Cebinde parası yoktu. Kasabada ne işi vardı ne kimsesi. Ama çocukken öğrendiği bir yeteneği vardı: taşlara şekil vermek. Dağlardan topladığı eski taşları oyar, onlara yüz, kuş, çiçek ve yıldız şekilleri verirdi. Kasabaya uğrayan turistlere birkaç kuruşa satardı. Hayatını böyle idame ettiriyordu.
Bir gün akşamüstü, dağ yolundan evine dönerken bir karga gaklayarak dikkatini çekti. Sanki ona bir şey anlatmak istiyor gibiydi. Yusuf şaşkındı, ama garip bir içgüdüyle kargayı takip etmeye başladı. Karga kasabanın dışına kadar uçtu. Yıkık dökük bir kilisenin kalıntılarına kadar onu götürdü. Orada, surların tepesindeki bir taşı gagalayarak yere düşürdü. Düşen taşın açtığı çukurda bir sandık belirdi.
Yusuf hemen yaklaştı. Sandık eskiydi, ama hâlâ sağlam görünüyordu. Kilidini bulduğu bir taşla kırdı. İçinden, üzerinde 2020 yazılı, kalın ciltli bir kitap çıktı. Sayfaları kabarmış, yazıları garip bir dildeydi. Ne Latince’ye benziyordu ne Rumca’ya. Ama bir yerlerden tanıdık geliyordu. Kitabı koynuna koydu ve eve döndü.
O gece uyuyamadı. Karga yine penceresindeydi. Camın ardında onu izliyor, arada bir gaklayarak sanki “devam et” diyordu. Yusuf kitabın kenarlarında bir cümle fark etti:
“Sonsuzluk, taşın dilini çözenindir.”
Tüyleri diken diken oldu. Çünkü bir zamanlar dedesi ona şöyle derdi:
“Taşların dili vardır evlat, dinlemesini bilene geçmişi anlatır.”
Kitaptaki sembollerle Yusuf’un yıllardır işlediği taşlar arasında garip bir benzerlik vardı. Fark etti ki, o süs taşları aslında bir dilin parçasıymış. Kitap, bu dili çözmek için bir anahtardı.
Böylece Yusuf, taşlarla kitabı karşılaştırarak eski sembollerin anlamlarını çözmeye başladı. Her sembol, kasabanın geçmişine dair yeni bir sır açığa çıkarıyordu. Ve en sonunda, bir harita beliriverdi gözlerinin önünde: Kasabanın altında, kayıp bir medeniyetin gizli mağaraları vardı.
O gece yola çıktı. Karga yine peşindeydi. Gaz lambasıyla haritanın gösterdiği yere, yıkık bir değirmenin temeline vardı. Oradaki bir taşı çekince, gizli bir geçit açıldı. Yer altına indiğinde, taşlara oyulmuş tanrılar, duvarlara kazınmış yüzlerce sembol, ve bir sunağın üzerinde başka bir sandık buldu. Bu kez açık olan sandığın içi boştu ama kapağının içinde şu cümle yazılıydı:
“Taşı yontan, zamanı da yontar.”
O an Yusuf anladı: Bu sadece bir arkeolojik keşif değil, bir zaman yolculuğuydu; geçmişi bugüne taşıyan bir hatıraydı. Ve onu seçilmiş kılan şey; yalnızlığı, sabrı ve taşla konuşabilen elleriydi.
Zamanla keşfi duyuldu. Arkeologlar, tarihçiler kasabaya akın etti. Hükümet mağarayı koruma altına aldı, Yusuf’un adı bilimsel kaynaklara geçti. “Taşları okuyan adam” olarak anılmaya başlandı. Devlet, bölgeyi turizme açtı ve alanı resmen “Yusuf Yalınkaya Arkeo Parkı” ilan etti.
Yusuf artık yalnız değildi. Yıllardır terk edilmişliğin ve yoksulluğun içinden çıkan bu adam, şimdi geçmişi konuşturan bir hafıza oldu. Kasabanın yamacına, dut ağacının gölgelediği yeni bir ev yaptırdı. Bahçesine, ona kaderin kapısını açan karganın küçük bir heykelini diktirdi.
Ve bir sabah, yine balkonda otururken karga geri geldi. Gagasında minik bir taş taşıyordu. Yusuf taşı aldı. Üzerinde bir gül motifi vardı. O an anladı ki bazı dostluklar susar ama unutmaz.
Başını göğe kaldırdı. Rüzgârda taşlar fısıldar gibiydi.
Kimi kaybederken bulur kendini.
Kimi bir taşla, zamanın sırlarını çözer.
Ve bazen bir karga, kaderin postacısı olur.
5.0
100% (5)