0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
211
Okunma

DOST BAHÇESİ
(taş mı gül mü?)
… El pençe divan durduğum bedeninin karşısında görünce başı ile ‘gel’ dedi. İki kişilik koltuğun bir ucuna o oturmuş ben ise diğer ucuna otur işareti ile yerleşmiştim. Elimdeki telefonu ve anahtarı ortaya koymuştum, sınır çizmek değildi elbette. Sadece konuşurken ellerimin arasında gereksiz bir şey olmasını istemedim.
“Nasılsınız?” Sorusunun cevabını dürüstçe vermişti. “iyi değilim” biliyordum iyi olmadığını; haftalarca ne olduğunu anlamadığım, telefon da hep “iyiyim” diye karşılık veren adam, sessizliğinin peşinden koşmama rağmen cevap vermemişti ama bugün o gün değildi. “neyiniz var?” sorusu ağır gelmiş olacak ki kaşları çatılmıştı. Tam konuşacakken çalan telefonum susturmuştu. Telefonu sessize almam ile biraz önce sert konuşacağını açık vermişti; “niye sessize alıp duruyorsun, açsana!”
Açmamıştım. Telefonun ucundaki ne derse desin, karşımdaki insanın sözlerinden önemli olamazdı. Daha birkaç ay önce onca kalabalığın içinde yüceltip; “iyi dost, iyi arkadaş” diyen insan şimdi “neyiniz var?” sorusuna karşı çığ gibi büyüttüğü öfkesini kusuyordu. Sorun ben değildim, olamazdım ama onu sıkan her ne ise beni de ziyadesiyle sıkmayı başarmıştı. Son kurşunu “yapabileceğim bir şey var mı?” sorusundan sonra namluya sürmüştü.
Dilim lal olmuş, kalbi olan kelimelerimin idamına karar vermişti. Sağ elimin işaret parmağı ile gösterdiğim kalbimin kırıldığını bildirmek ve noktayı koymak üzere; “ben neyse de burasını bari kırmayın” dedim… ‘demez olaydım’ dedirtecek cinsten “hoppala! Bir de senin kalbinin kırılıp kırmadığını mı düşüneyim?” Diye sorunca artık cevap vermeye takat getiremediğim adamın karşısından çareyi, kalkmakta buldum.
Adım kadar emindim. Derdi ben değildim, olamazdım da lakin onu bu denli aylarca sıkan şeyler sıkıntıların baş gösterdiği ve bütün halini yansıdığı zaman diliminde onu anlayamamak mümkün değildi. Hepsini geçtim, hissediyordum. Attığı adımdan, söylediği sözden; benimle konuşup konuşmaması önemli değildi, anlıyordum. Derdiyle, sevinciyle hemhal olduğum insanı nasıl bilmem; bilmesem o da bunu bilmese “dost” nişanesini takar mıydı? Asıl olması gereken bu değil miydi?
Ben öfkesine yenilmiş adamın sözlerinden başımı hiç kaldırmadan dinlemiş ve sessizce veda etmiştim. Veda etmekle veda edilmiyordu. İstanbul havaalanında tevafuk diye adlandırdığım aynı günün gecesinde karşılaşmıştık. Ben, Trabzon’a o ise Gümüşhane’ye. Yol birdi. Öfkesi akşam saatlerine göre biraz daha yatışmıştı. Elini arkaya bağlamış “önümden yürüme, arkada dur” diye uyarıyordu. Durur muyum? “Siz olsanız öyle yapmaz mısınız?” Sorusunun üzerine “yapmam!” deyip kestirip atmıştı. Ben gözümü daldan, budaktan sakınmam eğer bir şey varsa ne yapabilirim diye düşünür dururum ve eyleme geçerim bu huyumu çok iyi biliyordu… Arka arkaya oturduğumuz uçağın içerisinde iki yabancı gibi yolculuk başlamış ve ölümden önceki ayrılık başlamıştı…
... İkimizden biri ölünce “keşke arasaydım” mı? Diyelim. Hayır!
“bende, mezarınızın başına gelip, keşke daha fazla arasaydım" demek istemiyorum.
Biliyordu. Affetmek için bahane bulmasına gerek kalmayan adam; kırdığının farkındaydı, emindim. Eskiler ‘bıktım demez, gönlümün tahammül mülkünü yıktın” derlermiş. Ve insan kaçmak isterse buhara, tutunmak isterse de buza dönüşürmüş. Ben, dost nişanesini yerinden söktürmemek ve onun beni yakıştırdığı yerden indirmemek en önemlisi bendeki yerinden dolayı dilimi lal, kendimi buz etmiştim. Hak ediyordum, sıcak bir gülümsemesini. Nitekim öyle de olmuştu. O dost bahçesine attığı taşın farkındaydı ben ise atılan taşın gül olduğunu… O yüzden bir merdiven basamağında durup muhabbet ediyor ve “dua ediyor musun bana hala?” Diye soruyordu. Büyüklerin kendini affettirme şekli başkaydı. Özür dilemenin başka bir hâli vardı.
Babam da kızdırdığı ya da gönül almaya çalıştığı zaman konuşmaya çalışır; hiçbir şey yapamasa zorla bir şeylerin tadını baktırıp konuyu siyasete bağlardı ki ben dayanamayıp konuşayım. Bir insana illa ‘özür dilerim’ ya da ‘seni seviyorum’ demeye gerek yoktu, ‘hâl dili’ diye bir dil vardı ve onlar bunları iyi biliyordu…
Bu durum bana; Yavuz Sultan Selim ile şair Vehbi’nin arasında geçen ve her anımsadığımda yüreğimin ikliminden gelen ılık esintileri hissettirir. Hikâye odur ki; Yavuz Sultan Selim bir gün şair Vehbi’yi kırar. Bunun üzerine saraydan ayrılan şair Van Müftüsünün yanında kâtipliğe başlar. Hiçbir yerde dostunu bulamayan Sultan, çözümü bir mısra yazıp onu tamamlayan kişiye mükâfat vereceğini duyurur ve o mısraları yazar;
“Bütün dünya benim olsa, gamım gitmez nedendir bu?”
Van Müftüsü de, “Bir de ben deneyeyim, nasip ise olur.” deyip, bir mısra yazmaya çalışır. Kendince bir şeyler yazdıktan sonra, bir de kâtibine gösterir. Şair Vehbi de şurası şöyle olsa, şurası da böyle olsa derken ortaya aşağıdaki mısra çıkar:
“Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.”
Sultan, Van Müftüsünden gelen beyti okuyunca, Vehbi’nin Van’da olduğunu anlar. “Hemen haber salın bu mısraın şairine saraya gelsin!” diye emir verir.
Müftü, büyük bir heyecanla gelir saraya. Padişah aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sorar: “Bu mısra ile mükâfatı hak ettin. Lakin bu mısraın hakiki şairi sen değilsin!” Müftü Efendi, hemen söyler. Padişah şairine kavuşur. Edebiyatımıza da bu beyit kalır:
“Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?
Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.”
Büyükler ile oturunca bahçeye atılan taşın, Gül’e nasıl dönüştüğünü de şahit oluyorsunuz.
Ismahan ÇERİBAŞI
5.0
100% (1)