0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
189
Okunma
(28) KONTES SANDRA hikayesinin devamidir sonudur. Lütfen benim 27 adet İDA’NIN ONURUNA şiirlerimi okuyunuz.)
Phillpp herkesten önce minibüse binmişti. Helen’in de bindiğini görünce, pencere yanındaki yerini alması için ayağa kalkarak ona yol verdi Helen ilkin ona Minibüste gördüğü Kasandra rüyasını anlatmayı düşündü. Aslında bu karşılaşma yıllar boyu birlikte anarak anlattıkları gerçek ve tatlı bir hatıra olduğu için normaldi amma; Biraz önce Kır kahvesi’nde karşılaştığını sandığı münübüs yolcularından biri olan Nine’nin bu Komntes Sandra’ya benzediğini anlatmak sakıncalı olurdu. Şimdi ona her ikisi arasında bir bağlantının olabileceğini söylerse, henüz sağlık durumu düzelmemiş olan ve düşsel olayları gerçekten yaşadığına inanan Phillipp’in böyle bir karşılaşmadan şüphelenip türlü fantaziler çıkarabilir ve buna birde varlığını bir türlü katınlayamadığı Akçe denen şey eklenince, bu varsayım onun için dahada kötü olabilirdi. Helen bunları düşünürken Phillipp’in;
“Helen, aklıma birden ne geldi biliyormusun?”
Sorusunu sorduğunu duydu;
“Nerden bileyim, söyle.”
“Hani Viyana’da ilk karşılaşmamızda bizi masasına davet eden Kontes Sandra vardı ya...”
Bu kadarıda fazlaydı. “Evet” der gibi endişe dolu baş sallamasıyla onun sözünü tamamlamasını bekledi; .
Phillipp devamla;
“Sen bana onun; Viyana’daki şatosunu terk edip esrarengiz bir şekilde ortalıktan kaybolduğunu söylemiştin.”
“ Sadece söylenti bunlar.”
“Anadolu’ya yerleştiği de doğrumu?”
“Nereden çıkarıyorsun tüm bu saçmallıkları? Hiçkimse aslında onun kim olduğunu, niçin birden ortadan kaybolduğunu ve nereye gittiğini bilmezken, sen birde onun Anadolu S’öylentisini işin içine katıyorsun;
Diyen Helen konuyu değiştirmek için yerinden doğrularak;
“Lütfen ayağa kalkarmısın? Bacaklarım uyuşmuş, biraz minibüs aralığına uzatmak istiyorum. Sen istersen pencere yanındaki yerime oturabilirsin.”
Bu teklifi ikiletmedan ayağa kalkıp ona yol veren Phillipp, pencere yanındaki yere geçerek oturdu ve suskun bir şekilde önünden kayan manzaralara başını çevirerek seyretmeye başladı. Helen ise, onun sorduğu bu soru ile dahada endişelendi ve ilk molada ihtiyar kadın yolcu ile konuşmaya karar vererek sustu;
Mola bitince herkes minibüse binerek yerlerine oturdular. Şöför, ilkin motor kapağını kaldırdı, kahvecinin getirdiği bir bidon suyu radyotöre boşaltı. Boş bidonu alan kahveci, Çeşmeye gidip bidonu yeniden doldururken, motor kapağını kapattan ve pencere önünden geçen şöför Phillipp’e ters bir bakış fırlattı. Çeşmeye gidip dolu su bidonu alıp, kahveci lie vedalaştıktan sonra da, delikanlının oturduğu yere gelip, kapıyı açarak;
“"Sok şunu bir yerine ulan!"
Emriyle bidonu ona uzattı. Delikanlı itiraz etmeden çoktan bacaklarının önündeki boş yere bidonu sıkıştırmıştı. Yerine geçip, motoru çalıştıran şöför minibüse yol verdi. Araba belirli bir hıza varıncada, kontak anahtarını tekrar kapayıp motoru susturdu. Hiç kimse artık ona itiraz etmeye cesaret edemiyordu. Böylece bu dik yamaçlı, bol virajlı yolu fren darbeleriyle sallanıp-kayarak indiler.
Minibüs hızlandıkça hızlanıyor, şöförse önden gelecek her virajı hesaplayarak, frene basıp hız kesiyordu. Bu yolları iyi bildiği her halinden belliydi.
Phillipp’in gözü heybetli bir yamaca kireç ile büyük bir şekilde yazılmış “ALTIN OCAKLARI KAPANSIN!" cümlesine takıldı. Antik Çağlar’dan beri bu yöredeki dağların altın madeni bol bir yer olduğu biliniyordu. Ama onu arıtmak için siyanür denen bir zehirin kullanılmasına tüm dünya karşıyken, burada "Doğayı zehirleyen bir Tekniğin" kullanılmasına Phillipp hep karşı çıkmıştı. Zira içme suyu ve kimyasal tuzlarla yıkanan bu cevherden arta kalan kirli suda; İnsan, hayvan ve bitki gibi orada yaşayan tüm canlıların sağlığına zarar verecek "zehirli bir çamur” olarak geride kalmaktaydı ki, bu posa yeraltı sularına karışırsa tüm yöreyi zehirleyebilirdi. İşin en kötüsü ise beton havuzlarda setlenen bu çamurun; Yağan yağmurun etkisiyle taşıp yada sabit olmayan zeminin “Toprak Kayması “ ve “Deprem” olasıllıklarıyla çatlayıp, içindeki zehirin yeraltı sularına sızdıktan sonra diğer bereketli toprakları da zehirlemesi idi.
Altını çıkaran firma, arıtılmış cevheri alıyor, posa ise Cennet İda Dağları’na kalıyordu. Buna izin veren hükümetler ise tabiki bu zenginlikten payını alıyorlardı. Ama kesilen onbinlerce ağacın, toprak harfiyatından arta kalan iltehaplı çukurların; Türkiye’nin Oksijen Deposu olarak sayılan Kaz Dağları’nın o güzelim yem-yeşil cildindee, “Cüzzam hastalığı gibi kapanması imkansız büyük yaralar “ bırakmaktaydı. Bu yaralar ise ne yazıkki orada yaşayan insan, hayvan ve doğanın tüm ögelerine acı bir hatıra olarak sonsuza dek acı bir miras olarak kalıyordu;
"Yuh ulan!”
Diye açık pencereden yarı vucudu dışarı sarkmış bir şekilde bu yazıya;
“Tuh!”
Diye bir balgam tükürük fırlatan ve;
“Allah sizin belanızı versin!”
Bedduasını yaparak;
“Ocakları kapattırıp, yapacaklar ocağımızın içine!”
Diye öylenen şöföre yanındaki delikanlı;
“Öyle deme abi! Bu topraklar emanet.”
Sözüne şöför kızdı;
“Atarım arabadan seni len! Çevrecimisin, ne?”
“Yok abi...”
Diyen delikanlı lafının gerisini yuttu;
“Altın bu. Altuuuuun.”
Şeklinde uzattığı “u” nun uğultusunda şöfürün bu madene olan hayranlığının namesi belli oluyordu. Parmaklarıyla darbuka çalar gibi direksiyonu tıklatarak tanınmış bir türkünün sözlerini bu ritme uydurdu ve;
“Gel beni, beni.
Kaz beni, beni.
Al beni-beni
diye, diye
fıkırdaya-tıkırdaya
gel hele,
aman!”
Şarkısını söyleyerek bu ritme eşlik etti. Aniden şarkısını kesip, yanında oturan delikanlıya döndü ve hiddetle;
“Kaç gariban ekmek yer bundan, bilin mi?”
Bir gözü ile bayır aşşağı akıp giden yolu, öbür gözüyle de susan genci kollamaktaydı. Bu garibanlardan birininde kendisi olduğunu hatırlatarak;
“Ben bu arabanın yarı borcunu bilem ödeyemedim. Evde ekmek bekleyen dört aç gırtlak var, dört!"
Direksiyona elinin tersini vura-vura;
"Dört, dört!"
Diye dörtlerken, Helen’in düşüncesi hâlâ Kontes Sandra’da idi. Münibüste arka koltukya torunu ile oturan ihtiyar kadın asla Kasandra olamazdı. Şöförn son dörtlemesinde Phillipp’in;
“Yola dikkat et, be Adam!”
Feryadı ile direksiyonu aniden yana çevirerek fren yaptan şöför, araba yola parelel bir şekilde 5-6 metre yan-yan kaydıktan sonra güçlükle durabildi. Nerdeyse yol kenarındaki uçuruma yuvarlanacaklardı. Arkada, yolun kıyısında korkudan benzi sararmış cılız bir adam titreyerek duruyordu. Eğer bu ihtiyar, son saniyede bir matador çevikliği ile çeyrek çark yapıp, göbeğini kıçına çekmeseydi, azgın boğanın boynuzlarına takılıp, sürüklenerek can verecekti. Şöförün gülerek pencereden başını uzatarak geriye bakıp ona doğru;
“Başka dünya yok, moruuuk! Burada öğren yürümeyi!”
Akıl vermesine, ihtiyar adam öfke ile yumruk yaptığı sol kolunun pazusuna sağ elini vurarak nazikçe cevap verdi. Şöför ise bu küfüre; Pencereden dışarı sarkkıttığı sağ elinin yumruğunu bileğinden sallayarak karşılık verince; İhtiyarın soru dolu gözlerini gören İda Dağları’nın gülüm toprakları, toprak olduklarından utandılar. Şöför ve birkaç yolcu hiçbirşey olmamış gibi gülerken, Phillipp, “Makinanın bu derece haklı olabileceğine” bir türlü akıl erdiremiyordu. İlkin karşı çıkmak istedi. Bunu farkeden Helen onu kolundan çekerek, çıkacak bir münakaşayı böylece önlemiş oldu. Şöför motoru tekrar çalıştırdı, geri vitese takıp minibüsün burnunu yol hizasına doğru düzelltikten sonra;
“Haydi yavrum, utandırma beni!”
Övgüsüyle gaza basıp arabaya hız verdi ve yokuş aşşağı motoru yeniden durdurdu;
“Dikkat et!”
İkazının Phillipp’ten geldiğini hatırlayan şöför;
“Bak hele, manitasını şapur-şupur öpen turist, türkçede biliyormuş, meğer!”
Mırıltısıyla koltuğuna yan oturarak Phillipp’e döndü;
“Alman? İngiliz?”
Şöförün küstahlığına kızan Phillipp cevap vermedi tabi;
“Almanız”
Cevabı Helen’den gelmişti;
"Hı!"
Diyen şöför yüzünü yola çevirdikten sonra, Dikiz aynasını düzelterek Phillipp’i gözleyerek;
“Madam çok güzel!”
İltifatında bulununca, Philipp’in kızgınlığı yarı hiddete ve yarı nefrete dünüşüverdi;
“ Bir de bu eksikti”
Diye homurdanırken;
“Teşekkür ederim.”
Cevabı ile araya giren Helen havadaki gerginliği dağıtmak için, dosthane bir şekilde muhabbete devam ederek;
“Ezine uzakmı?”
Sorusunu sordu. Biraz önce azarı yiyen delikanlı;
“Yok Bacım, bir saat kadar sürer...”
Cevabını yarıda kesen şöför bilgiç bir şekilde;
" İlkin radyotörün lastiğini Bayramiç’de değiştirdikten sonra..."
Düzeltmesini yaptı. Yolun devamında hiç kimse konuşmadı. Dikiz aynasında çarpışan 4 Gözün şiddetini hisseden Helen, başını onun omuzuna dayadı ve;
“Boş ver Phillipp!”
Dedi. O zaten çoktan boşvermişti.