2
Yorum
15
Beğeni
5,0
Puan
206
Okunma
Ay, gri bir tül gibi asılıydı gökyüzünde. Şehir uyumamıştı ama susuyordu; sanki o kadını bekliyordu. Taş kaldırımlar yorgundu, ama onun topuk sesini tanıyorlardı artık. Her gece aynı saatte geçerdi o sokaktan kıvrımlı bir gölgenin izinde, dudaklarında kırmızı bir sır, topuklarında yedi kadim yüzyılın yankısı.
Kırmızı topukluydu ayakkabıları. Rugan değil, kanla cilalanmış gibiydi. Parladıkça konuşuyordu, bastıkça yazıyordu. Her adımı bir cümle, her duruşu bir başkaldırıydı. O, bu şehre yürüyerek yazılmış bir manifestoydu.
Adı yoktu. Olmaya da ihtiyacı yoktu. Çünkü kadın olmak, bazen fazlasıyla tanımlayıcıydı zaten. Ona isim vermeye kalkan herkes, önce sesini susturmaya çalışmıştı. Ama o, kırmızı topuklarıyla susturulmuş her kelimeyi ezberlemişti. Ve şimdi, o kelimeleri ayağının altında ezmek için yürüyordu.
Bir gece, şehrin en dar sokağında, bir adam ona yol vermedi. “Gülümse biraz,” dedi adam. Kadın durdu. Gülümsedi.
Ama o gülüşte gül yoktu
kaktüs vardı, iğne vardı, susuzluğun içinden yükselen taş bir çığlık vardı.
Ve o gülüş, adamın üzerine çöküp onu küçülttü.
Bir kelime daha etmeden, kadın yürümeye devam etti.
Geçtiği her duvar, onun siluetini ezberledi. Bir duvar çatladı, çünkü o duvarda daha önce “sus” yazıyordu. Şimdi oradan yosun gibi yeşil bir “hayır” sarkıyordu.
Kimi onun rujunu konuştu, kimi eteğini. Ama kimse gözlerine bakamadı. Çünkü gözlerinde aynalar vardı bakan, kendini görüyordu.
Kimisi kendi ezberini;
kimisi kendi korkusunu.
Kırmızı topuklar bazen cam kırıklarıydı
ama asıl cam olan, üzerine bastığı bakışlardı.
Ve her kırılışta biraz daha özgürleşiyordu.
Sonunda o kadın, gecenin en kör köşesinde durdu. Ayağındaki ayakkabıları çıkardı. Onlar artık birer simgeydi
birer tanıklık,
birer anlatı,
birer manifesto.
Topuklar sessiz kaldı.
Ama şehir artık konuşmayı öğrenmişti.
Ferdaca
5.0
100% (5)