4
Yorum
13
Beğeni
0,0
Puan
565
Okunma
_____
Gülşen’in Köydeki Çocuklu Gelinliği
Yozgat’ın doğuya en çok benzeyen köylerinden birinde, rüzgâr esince yoksulluğun sesini duyardınız.
Toprak öyle kuru, dağ öyle sessizdi ki, gökyüzü bile bu coğrafyada daha erken kararırdı.
Gülşen, adını gül gibi taşısa da hiç koklamamıştı çocukluğunu.
Henüz göğsü dümdüz, dizleri yara içindeyken, bir sabah başına kırmızı duvak örttüler.
Kına yaktılar ama elleri titriyordu; çünkü neye uğradığını bilmeden bir ocaktan alınıp bir başka ateşe atılıyordu.
Bir çeyiz sandığıydı ona kalan.
İçinde iğne oyası yazmalar, eski bir ayna, birkaç dantel…
Ama kimse içine ne koymadıysa, Gülşen onlarla susmayı öğrendi.
Yeni evinde ses yüksek çıkmazdı.
Çünkü ses demek "edep yoksunluğu",
gülmek demek "açık ağızlılık",
ağlamak bile “dert çıkaran gelin” olmak demekti.
Kayınvalidesi...
Yüzü sert, dili keskin bir bıçaktı.
Sürekli Gülşen’i gözler, yanlışını beklerdi.
İğneden küçük hatalar bulur, çuvaldızla saplardı kalbine.
"Şu yemeğin tuzu fazla!"
“Saçını düzgün bağla!”
“Ananı babanı özleme, biz senin aileniz artık!”
Derken…
Ev, duvarları taş değil, dilsiz çığlıklarla örülmüş bir zindana dönüştü.
Gülşen’in eşi, annesinin gölgesinde yaşayan bir çocuktu.
Ne eşiydi Gülşen’in, ne sırdaşı.
Onun da sevgisi yarım, sahiplenmesi korkaktı.
Sevdiğini ancak döverken hatırlıyordu.
Her tokatta bir kabullenme, her susuşta bir sabır sakladı Gülşen.
Anlamadılar.
Askerlik ve İftiranın İlk Gölgesi..
Zaman aktı.
Gülşen’in yüreğinde solmayan yaralar birikti.
Kocası askere gittiğinde, Gülşen biraz nefes alır gibi oldu.
Ama nefes dediğin nedir ki bu topraklarda?
İki nefes alırsan üçüncüsü için bedel ödersin.
Kaynanası bu sefer yalnızca sözle değil, bakışla da dövmeye başladı.
"Askere gittiği günden beri rahatladı bu kız!" der gibi…
Bir gün sabah ezanına yakın, tencere kapağı yere düşse uyanacak kadar sessiz bir evde
bir iftira doğdu:
“Geceleri odasının penceresine merdiven dayıyorlar. İçeri adam alıyor!”
İnsan bazen susarak da öldürülür.
Ve Gülşen o gün sustu.
Ağzı değil, gözleri bağırdı.
Ama kimse gözlere bakmadı.
Hamileydi.
Bebeğini içinden değil, utançla taşıyordu artık.
Annesinin evine gönderildi.
Bir gelin değil, bir günah gibi.
Yol boyunca konuşmadı.
Karnındaki çocuk tekmeler atıyor, sanki “beni sev” diye yalvarıyordu.
_____
Baba Evi Soğuksa..
Gülşen, anasının evine vardığında, o eski çocuk odasında bir yabancı gibi oturdu.
Baba evinde büyüyen her kız çocuğu bilir, orası sığınaktır.
Ama eğer bir gün “geri dönmüş gelin” olursan, aynı kapı seni ya kabullenmez ya da çok susar.
Annesi, kızına bir yorgan örttü o gece,
ama örtülen yalnızca teni değildi.
Suskunlukla sarıldı Gülşen’e.
Çünkü bu coğrafyada annenin de çaresizliği, kızının utancı gibi görünürdü.
Kardeşleri, Gülşen’in karnındaki bebeğe bakarken ne diyeceğini bilemedi.
Ad koymaya utanılırdı.
Çocuk, daha doğmadan gölgelendi.
Gülşen’in iç sesi yankılandı geceleri:
“Ben ne yaptım ki?
Ben sadece sustum.
Ben sadece dayandım.
Beni kim dinleyecek?”
Ama ne zaman içinden haykırsa, dışı taş kesiliyordu.
Zaman geçti.
Gülşen doğurdu.
Oğlunun teni süte benziyordu ama gözleri babasına.
Gülşen o gözlere her baktığında ya bir umut ya bir korku büyütüyordu içinde.
Derken bir gün…
Kapı çaldı.
Yıllar gibi geçen ayların ardından, kocası çıkageldi.
Üstünde sivil kıyafet, ama hâlâ askerden yeni dönmüş gibi ruhsuzdu.
El öptü.
Baba, yılların terbiyesiyle uzattı elini, ama bakışları öfke gibi sertti.
Kocası çok konuşmadı.
"Bir iki laf edelim," dedi Gülşen’e.
Gülşen’in kalbi o an bir çocuk gibi atmaya başladı.
Elini yüzüne sürdü, aynaya bakmadan çıkardı yüreğini ona.
İnandı.
Sevilmeye aç her yürek gibi kandı.
Kurbanlık koyun gibi gözleri nemlendi.
Sokağın köşesine yürüdüler.
İki dakika…
Bir özür, belki bir umut bekledi Gülşen.
Ama o gün sokakta gökyüzü bile renksizdi.
Sonra…
Bir patlama sesi.
Gülşen’in gövdesi bir çiçek gibi büküldü.
Etekleri rüzgâra karıştı.
Gözleri, elini tutmak ister gibi son bir kez kıpırdadı.
O iftira…
O soğuk pencere kenarı…
O dilsiz tanıklar…
Hepsi, bir cana mal oldu.
Gülşen kara toprağa,
kocası parmaklıklar ardına,
oğlu sessiz bir öksüzlüğe gömüldü.
______
Gül Dalı Eğilince..
Gülşen kara toprağa düştüğünde,
ardında bir mevsim suskunluk bıraktı.
Evine döndüğünde, babası donup kalmış gibiydi.
Sanki yılların yükü omzuna değil de ciğerine çökmüştü.
Annesi,
kızının tabutuna dokunmadan önce ellerini göğsünde kenetledi…
Sanki "bana dokunmayın artık" demekti bu.
Evin içi günlerce yas tutmadı.
Çünkü yas tutmak için bile nefes gerekiyordu.
Ama bu acı nefesi de aldırmıyordu insana.
Her şey sustu.
Radyonun sesi kapatıldı.
Çaylar yarım içildi.
Oğlunun ağlaması bile yankılanmadı,
çünkü herkesin kulakları duvar olmuştu.
Ne o minicik çocuğun nasıl büyüdüğünü biliyoruz,
ne geceleri kimi çağırarak ağladığını.
Belki de büyüdüğünde annesinin adını hiç duymadı.
Ya da gizlice mezar taşsız bir toprağa dua fısıldadı.
Kim bilir…
Ama şunu biliyoruz:
Bir iftira, bir kadını değil,
bir evi, bir soyu, bir geleceği yaktı.
Gülşen sadece öldürülmedi,
unutulmak istenerek yok sayıldı.
Oysa o, bir melekti.
Yaratan’ın dünya telaşına emanet ettiği en narin sır.
Şimdi seninle bu satırları okuyan herkes bilsin ki:
Bir kadının suskun ölümü, en gür çığlıktır.
Ve o çığlık kulaklara değil,
toplumun vicdanına çarpar.
Gülşen’in ardından kalan sessiz fısıltı şimdi bütün kadınların kulağında yankılanıyor:
“Bir kız çocuğunun gözleri gülsün diye,
bir ananın elleri nasır tutsun diye,
bir kadının canı yanmasın diye
ne gerekiyorsa onu yap...
Ama asla susma.”
Peri Feride ÖZBİLGE
16.05.2025
Sevgili Gülşen ’imin anısına saygıyla 🥺