6
Yorum
18
Beğeni
0,0
Puan
711
Okunma
_____
Yıl 1970.
Türkiye haritası hâlâ aynı görünüyordu.
Dağlar, ovalar, şehirler yerli yerindeydi.
Ama insanlar bölünmüştü.
Sokaklarda bayrak değil, slogan taşıyan çocuklar vardı.
Kimi “Kahrolsun komünizm!” diye bağırıyordu,
kimi “Tam Bağımsız Türkiye!” diye…
Köylerde, kahvehanelerde, üniversite anfilerinde
bir “biz” ve “onlar” vardı artık.
Kimin solcu, sağcı, Alevi, Sünni olduğunu bilmek,
hayatta kalmakla eş anlamlıydı.
Bir selamın tonu, bir duvardaki afiş,
kimin kim olduğunu ele veriyordu.
Radyo akşam haberlerinde ölüm vardı artık.
“Diyarbakır’da üç kişi öldürüldü…”
“Çorum’da bir öğrenci vurularak hayatını kaybetti…”
“Malatya’da çıkan olaylarda çok sayıda kişi yaralandı…”
Ve sonra: Maraş.
1978’in Aralık ayında, Maraş’ta bir sinema bombalandı.
Ardından camilerde “Aleviler cami bombaladı” vaazları verildi.
Evler işaretlendi.
İnsanlar evlerinden alınarak,
çocuklarının gözleri önünde katledildi.
Devlet sustu.
Basın görmedi.
Mahalleler birbirine düştü.
Sünni ile Alevi artık aynı fırına gitmez oldu.
Aynı sokakta karşılaşsalar başını çevirirdi insanlar.
İnancın kimliği, kimliğin bedeli vardı.
Ve o bedel; çoğu zaman bir can, bir aile, bir evdi.
İşte bu toprağın üzerinde,
bir fırının arka avlusunda,
bir kadının gözbebeklerinde…
bir kor büyüyordu.
Ve o korun adı: Gülseren.
______
Yozgat’ın bir kenar mahallesinde,
bir taş fırın vardı.
Ama ekmekten önce onur pişirirdi bu fırın.
Ustası Haşimet,
Haşimet – Barışa Aşık, Toprağa Sadık Bir Baba
Haşimet,
yiğitliğin susarak konuşanıydı.
Sokakta yüksek sesle konuşmaz,
evde çocuklarına “vatan”ı öğretirken
başını önüne eğerek dua ederdi.
Ne birini kırdı,
ne kırılınca gösterdi.
Dostu da çoktu, düşmanı da olurdu belki,
ama herkes onun duruşunu bilirdi.
Omzunu yaslayan güven bulurdu,
sözünü dinleyen yalanı bırakırdı.
Barışa aşıktı.
İnsanların mezhebini değil, yüreğini sorardı.
Yozgat’ın bağ bozumunda herkes bir köşede söylenirken,
o bir ağacın gölgesine oturup
“Şu toprak herkese yeter be gardaş” derdi.
Ne zaman ki memleket yanmaya başladı,
o zaman fırının ateşi gibi
göğsünde yanan bir kor vardı artık.
Ama o bile yakmak için değil,
pişirmek içindi.
Yedi çocuğu da, o hamurun mayasıydı.
Ellerinde nasır vardı,
ama yüreği bir çiçeği bile incitemeyecek kadar yumuşaktı.
“Yiğitlik, öfkeyle değil, merhametle olur.” derdi.
Ve bu sözü, çocuklarının alnına
bir vasiyet gibi yazdı.
_____
Gülüşüyle İyileştiren Bir Ana Nezaket...
Adı gibi nezaketliydi ama o sadece bir isim değil,
bir varoluş biçimiydi.
Kahkaha atmazdı ama
gülümsedi mi, evin duvarları bile aydınlanırdı.
Kin bilmezdi.
Onu kandıranları bile affederdi,
çünkü derdi ki:
“İçimde kin tutsam, evlatlarımın kalbine geçer.”
O, evin dervişiydi.
Sabırla yoğrulmuş, sevgiyle kabarmış bir ana yüreği…
Dizleri çökmüştü ama başı hiç eğilmemişti.
Yedi çocuğuna birden hem baba hem arkadaş,
hem rehber olmuştu.
Ne zaman birinin eli kanasa,
önce kendi kalbi sızlardı.
Aşure pişirirken sadece malzeme değil,
geçmişin acılarını ve geleceğin umudunu katardı içine.
Evin en sessiz köşesine geçer,
dualardan cümle seçerdi çocuklarına:
“Zulüm görmeyin, zalim de olmayın.”
Haşimet’in dağ gibi duruşunu
onun güleç sabrı tamamlar,
birlikte bir ev değil, bir yurt kurarlardı.
_____
Büyük oğlu , adı Yiğit
Yüreğiyle büyüdü bu topraklarda,
İnancın, cesaretin, umudun ta kendisiydi.
Gözleri karanlığa meydan okur gibi parlardı,
Her sabah okul çantasını sırtına alırken,
Geceyi aydınlatan yıldızlar kadar cesurdu o.
Ailesinin gözbebeğiydi,
Babası Haşimet’in gururu,
Annesi Nezaket’in en derin duasıydı.
İki kardeşten biri, üniversitede okurken
sağcılarla solcular arasında kalmış,
bir gün afiş asarken ortadan kaybolmuştu.
Adı dilden düşmesin diye
evde her sabah ilk onun ismiyle uyanırlardı.
Ama artık seslenilen isme cevap yoktu.
Çünkü o çocuk, bir gece duvarlara afiş asarken kayboldu.
Ne bir çığlık duyuldu,
ne bir veda…
Gözleri sevda gibi bakardı hayata.
Gençti.
Haksızlığa öfke, adalete aşıktı.
Üniversitenin taş avlusunda kitap taşır gibi
umut taşırdı sırtında.
Birileri konuşmaktan korkarken,
o yazardı.
Birileri göz kaçırırken,
o gözünün içine bakardı düzenin.
Sonra bir gece…
Karardılar.
Üzerine çöktüler sanki gecenin karanlığıydı da
o, bir mumdu.
Susturdular.
Ellerini arkadan bağladılar,
dilini değil, hayalini susturdular.
Sadece bedeninden eser kaldı,
Adı bile unutuldu,
Ama yürekteki izleri silinmedi.
Haşimet o gün, fırının ateşine değil,
kendi yüreğine su döktü.
“Yaşıyor mu?” dediler.
Bir cevap yok.
“Öldü mü?” dediler.
Bir mezar yok.
Nezaket ise sabaha kadar
kapının önüne su koydu.
Kediye, kuşa, belki oğluna…
“Üşümesin” dedi.
Oysa oğlunun teni artık
soğuğun ne olduğunu bilmiyordu.
Yıllar sonra duyuldu fısıltılar…
Bir bodrumda,
bir duvarın dibinde,
bir köyün kıyısında
tanınmayan bir ceset bulundu.
Ne kimlik vardı,
ne bir işaret.
Ama Nezaket gözünden tanıdı onu.
“Bu benim yavrum” dedi.
Devlet suskundu.
Komşular sakindi.
Ama bir anne…
Bir anne oğlunu gözünün içinden tanır.
Mezar taşı yoktu.
Ama Nezaket her aşureye
bir tutam toprak karıştırdı.
Her dua,
onu toprağa koyduğu gün gibi
sessiz,
ama yakıcıydı.
Haşimet, o günden sonra fırının yanında durmaz oldu.
O korlar artık içini değil,
geçmişini yaktı.
Ve diğer kardeşler…
Bir daha hiçbir akşam tam olamadılar.
Bir sofrada eksik bir tabak,
bir bayramda yarım bir gülüş kaldı.
Gülseren’in gözlerinde saklı hüzün,
Yıllar geçse de solmayan bir gül gibi açar,
Kardeşinin hayali,
O anın dondurulmuş zamanında yaşar.
Bir insan nasıl bu kadar görünmez olur?
Bir gülüş nasıl bu kadar sessiz kalır?
O geceyi anımsamak,
Aileye verilen acıların kapısını aralar,
Şehirde yükselen gürültüler,
Sokaklarda yankılanan adaletsizlik…
Ve kaybolan evladın sesi,
Hiç susmayan bir feryat gibi kalır.
Yiğit, sadece kaybolmadı,
Yaşananların gölgesinde boğuldu,
Hatırası, unutturulmak istendi,
Ama o, her kalpte bir umut kıvılcımıdır şimdi.
Gülseren, onu arayan gözlerle büyürken,
Ailesi, bu kimsesiz şehirde ayakta kalmaya çalışırken,
Kayıp evladın hikayesi,
Dilim dilim yaşanan bir ağıttır.
_____
Gülseren ve Ali – Bir Yangının Ortasında Kalan Sevdadır
O yıl, gökyüzü bile birbirine düşmüştü.
Sağcı-solcu, Alevi-Sünni, kardeş-kardeşe, komşu-komşuya…
Mahallede selam, gölgeli bir bakışa dönüşmüş,
fırınlar ekmekten önce korku pişirir olmuştu.
Ama iki çocuk vardı…
Gülseren ve Ali.
Biri Alevi’nin gülü,
diğeri Sünni’nin delikanlısı.
Gülseren, sabahları Nezaket’in ördüğü saçlarıyla,
okul çantasını sırtına vurduğunda,
fırının yanından geçen Ali’nin kalbinde bir kıyamet kopardı.
Göz göze gelmek bile nizamdı.
Bir tebessüm, hainlikle damgalanırdı.
Ama aşk,
o dönemin en büyük isyanıydı.
Ali, gömleğinin sol cebinde
bir mendil taşıyordu:
Gülseren’in Nezaket’ten kaçırıp verdiği,
iğne oyalarıyla örülmüş bir mendil.
O mendilin ucunda
iki yüreğin sustuğu, ama birbirine “ben buradayım” dediği işaret vardı.
Ali, gece olup sokaklar sustuğunda
evlerinin arasındaki o dar sokaktan geçerken,
Gülseren’in odasının perdesi kıpırdarsa
bir ay doğmuş gibi hissederdi.
Ama ülkede kıyamet büyüyordu.
Kimin kime düşman olduğunu bile anlamadan
sapanlar, taşlar, kurşunlar
sevgilerin üzerine atıldı.
Bir akşam, çatışma çıktı mahallede.
Sesler, bağırışlar, sirenler…
Ali oradaydı.
Çünkü sevda da, vatan da onurdu onun için.
Sonra sabah oldu.
Ama Ali olmadı.
Ne Gülseren’in gözleri,
ne Nezaket’in duası geri getirebildi onu.
Ali, yıkanmadan gömülen bir sevgiydi.
Cenazesi sessiz,
çünkü ailesi korkudan “öldü” bile diyemedi.
Ama Gülseren o günden sonra,
bir tek renkle yaşadı: Ali’nin gömleğinin rengi.
Ve bir karar aldı.
“Ben bu ülkenin vicdanını koruyacağım.”
Avukat oldu.
Zorla, dişle, tırnakla…
Her duruşmaya bir Ali götürdü kalbinde.
Her dilekçeye bir Gülseren dokundu.
Evlenmedi.
Çünkü aşkı gömen,
bir daha gelinlik giyemezdi.
Çünkü bir sabah karanlığında alınan Ali,
gönlünün tek mahkemesiydi.
Ve yıllar sonra bir gün…
Ali’nin gömüldüğü yere bir karanfil bıraktı.
Toprak ıslaktı.
Ama o toprakta bir sevda çiçeği yeşerdi.
_____
Maraş’tan Ankara’ya
Ateşten Geçen Kız Kardeş
1978’in Aralık geceleri,
soğuk değildi Maraş.
Aksine, o gece gökyüzü bile alevdi.
Duvarlara işaretler konmuştu:
"Bu ev Alevi, bu ev yanmalı."
Ve yangın başladı.
Önce diller kesildi,
sonra çocuklar.
Haşimet’in küçük kızı,
annesinden daha yeni ayrılmıştı.
Bir damatla gittiği evde,
gelinliğiyle bir yabancının şehrine umut taşıyan bir kızken,
bir anda hedef oldu.
Ne yapmıştı?
Hiçbir şey.
Doğarken adını Alevi koymuşlardı sadece.
Evlerinin camı taşlandığında
bebek ağlıyordu kundağında.
Kocasının yüzü bembeyazdı:
"Git!" dedi, "Git hemen! Ankara’ya! Canını kurtar!"
Kızı aldı kucağına,
arkasında cayır cayır yanan komşularını bırakıp
bir elbise, bir battaniyeyle yola düştü.
Yolda tanımadığı bir kamyoncu aldı onları.
"Ankara’ya götür" dedi kadın,
ama içinden bir daha hiçbir yere ait olamayacağını biliyordu.
Ankara’ya vardığında
sığınacak bir duvar değil,
yalnızca korkudan büzülmüş gözler buldu.
Haşimet, kızının başına gelenleri öğrendiğinde
bir akşam sofrada kaşığını yere bıraktı.
Sonra kalktı.
Yıllardır ektiği toprakları,
duvarlarını ördüğü evi,
hatta babasının mezarını geride bıraktı.
"Bu memlekette bizim alın terimize değil, canımıza göz diktiler" dedi.
Ve Ankara Tuzluçayır’a yerleştiler.
Bir gecekondunun yamacına…
Karanlığı az,
korkusu çok olan bir sokağa.
Ama o evin içinde
birbirine yaslananlar vardı:
birbirine gövdesini siper eden bir aile.
Ve Haşimet her sabah işe giderken
yanından geçen çocuklara bakar,
kendi çocuklarını göremeyen analar için iç çekerdi.
Çünkü o gece Maraş yanmıştı,
ama en çok da bir annenin kalbi.
_____
Bir Kalemin Ucunda Büyüyen Direniş ..
Gülseren’in Kardeşleri
Sokakta kavga vardı.
Sınıfta suskunluk.
Ülkede sağcı, solcu, Alevi, Sünni… ama okulda herkes "yoktu".
Kimin kim olduğu defter aralarında fısıltıyla gezerdi.
Ve o defterlerde,
Haşimet’in oğullarının adı iki sütun arasına sıkışmazdı.
Yiğittiler.
Biri Türkçe’yi,
biri matematiği,
bir barışı ve bir adaleti seçti.
Büyürken unla kavrulmuş ellerle,
babanın fırınında çıraklıkla yoğruldular.
Sabah hamur, akşam idealler…
Geceleri evin duvarına asılan afişlerdeydi elleri.
Ve bazen sadece afiş değil, can da astılar duvarlara.
Kimi dostu içeri alındı,
kimi ömrünü dışarda bıraktı.
Ama onlar kalem tutan ellerine kelepçe taktırmadılar.
İkisi de öğretmen oldu.
Biri kelimelere anlam öğretti,
diğeri sayılara vicdan.
Kırsala tayinle gidip,
bir sınıfta soba tutuşturdu önce,
sonra çocukların gözünde umut.
Ama her başarıda
anneleri Nezaket,
arkasına dönüp eksik bir isme ağladı.
Kayıp olanı…
Kuru bir kemik,
ıslak bir mendil bile olmayanı…
Aile Ankara’ya taşındığında
bu iki abi, kardeşlerinin her adımına ışık oldular.
Gülseren’in kitap aldığı ilk parayı da
okul kantininde yemeyip biriktiren onlardı,
sabahlara kadar onunla birlikte sınavlara çalışan da.
Haşimet, oğullarına her baktığında
yalnızca başarı değil,
vicdanın da emanetçileri olduğunu görüyordu.
Ve Nezaket…
Her sabah gözyaşını yorgan altına saklayıp
çocuklarının ellerine dua bırakıyordu.
Biri Türkçe öğretiyordu,
biri matematik.
Ama ikisi de hayatta
en çok “insan olmayı” öğretiyordu.
_____
Gülseren – Küllerinden Doğan Bir Adalet
Gülseren…
Evin en küçüğüydü ama gökyüzü kadar ağırdı yüreği.
Annesinin gülüşünden doğdu,
babasının yiğitliğinde büyüdü.
Omuzlarında kayıp bir abinin hayaleti,
yüreğinde yitik bir sevdanın kanlı yasası vardı.
Ankara’nın yoksul bir mahallesinde,
kendi halkını tanımayan bir devletin gölgesinde
okula yürürdü sabahları.
Yol boyunca bir elinde kitap,
diğerinde dua…
Alevi olduğu için okulda “yok” sayıldığı günlerde bile
sorulara cevabını saklamazdı.
Adını tahtaya yazmasalar da
o kendi adaletini içinden yükseltti.
Kardeşleri öğretmen olmuştu…
O daha büyük bir yangına yürüdü: hukuk.
Yoksulların, susanların, “kimlik sorunu” yaşayanların
avukatı olacaktı.
Olmalıydı.
Çünkü onun halkı defterlerde hep "diğer"di.
Ama Gülseren sadece yasaları öğrenmedi…
Ayrımcılıkla konuşmayı,
devletin susturduğu insanı dinlemeyi,
mezhep değil merhamet soran adaleti savunmayı öğrendi.
Yalnız değildi elbet…
Mahallede bir çocuk vardı.
Komşunun oğlu: Ali.
Sünniydi.
Ama Gülseren için o, sadece insandı.
Ve Ali’nin kalbi,
yasa kitaplarından daha adil atardı.
Ama bu aşkı mahallenin duvarları kaldıramadı.
Bir çatışma gecesinde,
bir sokak lambasının altında
Ali kanlar içinde kaldı.
Kimse sahip çıkmadı.
Çünkü aşkları “uygunsuz”du.
Çünkü Gülseren bir Aleviydi.
Ve Ali bir Sünni.
O günden sonra,
Gülseren yemin etti:
"Ben bu ülkede adaleti bir dosyada değil,
bir yürekte büyüteceğim."
Evlilik?
Bir daha hiç düşünmedi.
Kalbinin bir yanı o gece öldü.
Ve o, her celsede Ali’nin gülüşünü taşıdı çantasına.
Yıllar geçti.
Evlerine işaret koyanlar,
onları taşla, iftirayla kovalamaya çalışanlar sustu.
Ama Gülseren konuştu.
Kürsüde, sokakta, kimsesiz bir annenin yanında.
Ve bir gün mahkemede,
gözleri ağlamaktan kurumuş bir anne
elini tuttu Gülseren’in,
“Sen bizim Gül’ümüz oldun” dedi.
Adaletin gülü…
_____
Bir Devletin Sessizliğinde Bir Ailenin Çığlığı
1970’lerdeydi.
Türkiye bir çorak topraktı.
Toprağa düşen her fikir, ya sağcılıkla damgalanıyor, ya solculukla kurutuluyordu.
Ama kimse şunu demiyordu:
Bu insanlar sadece insan…
Alevi olmak suç gibi fısıldanıyordu sokaklarda.
Komşular gözlerini kaçırıyor,
okullarda çocukların ismi sessiz okunuyor,
askerler evleri basıyor,
bazı cesetlerin "adı" bile sorulmuyordu.
İşte bu çoraklıkta,
Haşimet’in ailesi çiçek açmaya çalıştı.
Bir fırında pişen ekmeğin buğusu gibi sıcaktılar.
Ama üzerlerine sinen, yoksulluktan çok önyargıydı.
Evleri işaretlendi.
Adları değil, inançları konuşuldu.
Sordukları sorulara değil, soyadlarına cevap verildi.
Maraş’ta kızları neredeyse diri diri yakılacaktı.
Eli koynunda olan asker eşleri bile “Alevi misin?” diye sorgulandı.
O kıyametten kaçıp geldiler Ankara’ya.
Ama kaçtıkları sadece katliamdı,
ötekileştirme onların peşinden yürüyordu zaten.
Tuzluçayır’da bir gecekonduya yerleştiler.
Yeni bir hayata değil,
eski bir acının başka versiyonuna.
Yine kayıplar, yine ayrımcılık,
yine sessizleştirilmeye çalışan kimlikler…
Ama…
Bu hikâye burada susmaz.
Çünkü Haşimet’in evlatları öğretmen oldu.
Gülseren avukat…
Çünkü bu aile, acıları utançla örtmedi.
Her acının üzerine bir onur hikâyesi dikti.
Bir gün, bir üniversite panosuna şu not asıldı:
“Biz kimliğimizle varız.
Bir gün bu ülke, ötekini susturarak değil,
birlikte konuşarak iyileşecek.
Çünkü adalet sadece mahkemede değil,
komşunun gözünde,
annenin duasında,
babanın alın terinde,
kayıp bir evladın suskunluğundadır.”
Ve altında bir imza vardı:
Gülseren Haşimetkızı.
Peri Feride ÖZBİLGE
15.05.2025