2
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
201
Okunma
“Bahçelerin Rüyasıydı Çocukluğum”
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk-Bolum-1)
Gözlerimi kapattım, çocukluğum sanki eski bir bahçenin gölgesinden çıktı geldi. Hep bahçeli evlerde otururduk biz… Güneş doğarken anneler kapılarının önünü süpürür, toprağa su serperdi. Sularla uyanırdı sokak. Her sabah evler dualarla, ellerse sabun kokusuyla başlardı güne.
Sokağımız bizim oyun ülkemizdi. İp atladığımızda zaman da bizimle sıçrardı, evcilik oynarken kurduğumuz her yuva gerçek olurdu içimizde. Bir çocuğun düş gücünde tanrı gibi kudretliydik; çamurdan keklerimiz vardı, plastik bebeklerimize isim koyardık, komşunun oğlu koca olunca oyun bitmezdi ama.
İkindilere doğru bir bisikletin zili çalardı sokakta. "Çayyüciniz geldi!" diye seslenirdi dimitçimiz. Yanında kavruk mısır, yanında çocukluğun gülüşü… Annem o sırada Günaydın gazetesini kekeler gibi okur, Süleyman Demirel’in hayatı annemin sesiyle evimize taşınırdı. Yanımızda mutlaka bir torba çekirdek olurdu, biz dinlerdik. Ama aslında çekirdeği değil, o anı çitlerdik usulca.
Karşımızda Ümmiye Hanım Teyze vardı. Menenjitten sonra başı hep sağa sola eğilirdi. Dallar gibi, rüzgârda eğilen bir ağaç gibi… Merak ederdim çocuk aklımla, başı hiç yorulmuyor muydu acaba? Ama o, her haliyle bizdendi; geceler onun gölgeli verandasında başlardı. Mangalda ağır ağır pişen kahveyle birlikte anneler usul usul konuşurdu. Biz çocuklar, onların kelimelerinden rüya yapar, uykuya öyle dalardık.
Bir de yazlık sinemalar vardı… Gökyüzü örtü olurdu üstümüze, yıldızlar ışık verirdi perdeye. Filmin ortasında uyuyakalmak bile güzeldi. Çünkü biliyordum, yanımda annem, babam, kardeşlerim vardı. Aslında sevdiğim şey futruko gazoz değilmiş meğer; aileyle içilen gazozun hatırasıymış.
Düğünler olurdu sokakta. Kadınlar çarşafın arkasında göbek atarken, erkekler bir yanda çalgı çalar, bir yandan da rakılarını yudumlardı. Çarşafla ayrılan iki dünya gibi görünse de, aynı türküyü paylaşırdı herkes. Ritmi ortak olan bir zamandı o; sevinç, hüzün, dans… Her şey bir olurdu.
Şimdi dönüp bakınca anlıyorum: Aslında çocukluk, bir bahçeden çok, bir duadır. Gökyüzüyle toprağın arasına sıkışmış ama hiç solmamış bir dua. Ve o duanın adı: Aile.
Çocukluk, meğer sessiz bir efsaneymiş. Şimdi anlıyorum… toprağın üstünde uyuyan bir dua, ağaçların altında saklı bir sırmış. Herkesin kendi evinin önünü süpürdüğü o günler, sanki ruhlarımızı da temizlermiş her sabah.
Ve şimdi… ne zaman yorgun olsam, o sokağa dönmek istiyorum. Kapısında sular dökülmüş bir eve. Zili çalan bir bisiklete. Ve en çok da çocuk kalbinin kırıldığı ama asla kin tutmadığı o mahalleye...
2. Bayram Sabahları ve Şeker Telaşı
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 2. Bölüm)
Bayramdan bayrama alınırdı kıyafetler. Yeni bir ayakkabı, yeni bir elbise… Çocuk kalbime göre değil, sanki ruhuma dikilirdi. Gece, o kıyafet başucumda asılı dururken sabaha kadar uyuyamazdım. Sanki sabah güneşle birlikte ben de yenilenecekmişim gibi…
Gün doğarken ezanla uyanırdık. Evdeki her ses biraz telaş, biraz heyecandı. Annem tülbentini daha sıkı bağlar, babam bayram sabahına özel ciddiyetini takınırdı. El öpmeye en önde giderdik. Önce babamın elini, sonra annemin. Parmakları sabun kokardı annemin, avucuysa sıcacık olurdu babamın. O an, kalbimin içinde bir şeyin büyüdüğünü hissederdim.
Harçlıklarımızı aldık mı… işte o an özgürlük başlardı. Mahallede çocuklar birer kurdele gibi sokağa dağılırdı. Her kapı, başka bir tatlı… her şeker, başka bir sevinçti. Renkli kâğıtlara sarılı akide şekerleri, dişimize yapışan lokumlar… cebimizde hem şekerler hem kahkahalar birikir dururdu.
Ama beni asla mahalleye yollamazdı babam. “Öyle kapı kapı dolaşılmaz,” derdi. Onun çocukluğu da kalbimizde gizli bir yasaydı belki… Ama ben bilirdim; mahallede şeker değil, hikâye toplanırdı aslında.
Öğleye doğru akrabalar ziyaret edilirdi. Kapılar açılır, yürekler açılır, sofralar açılırdı. Baklava tepsileri inci gibi dizilirdi. O günlerde annem bir başka güzel kokardı; un, gül suyu ve dua…
Her ev, bir başka hatırayla doluydu. Bir evin duvarında rahmetli deden kalırdı, diğer evin penceresinden çocukluğun başka bir versiyonu bakardı sana. Biz çocuklar kucaktan kucağa gezdirilirken, büyüklerin gözlerinde zamanın içinden süzülen bir sevgi olurdu.
Bayram, aslında zamanın bile gülümseyerek durduğu bir gündü. Biz çocuklar zıplardık, oynardık, şekere doyardık… ama bayramın asıl tadı, bir büyüğün avucunda sımsıcak duran bir eldi.
Ve o elin içindeki harçlık değil… o avucun içindeki dua büyütürdü bizi sessizce.
...
3. Sobanın Başında Kış Masalları
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 3. Bölüm)
Kış gelince sokağın sesi azalır, sobanın sesi çoğalırdı. Tıkırtılarla yanardı önce. Sonra hafifçe homurdanır gibi olurdu; sanki soba da bizimle konuşurdu. Biz çocuklar, onun başına oturur, kıpkırmızı gözlerine bakar, yandıkça küçülen o odun parçasının kayboluşunu izlerdik. Soba, bize sabrı öğreten ilk varlıktı belki de.
Mandalina kabukları atardım üzerine, portakal da olurdu bazen… ev mis gibi kokardı. O koku, şimdi bile zamanın kapısını aralar. Sobanın üzerinde çay kaynardı hep. Mutfağın değil, sobanın çayıydı o. İçine annemin sesi karışırdı, babamın öksürüğü, kardeşimin kahkahası…
Sabahları ekmek kızartılırdı sobada. Tereyağı sürülür, üstüne toz şeker serpilirdi bazen. Sıcacık, çıtır çıtır bir neşe olurdu o kahvaltılar.
Akşamları kestane konurdu sobanın üzerine. Kabukları çatladığında çocuk gibi sevinirdik. Mısır da patlatılırdı. Bazen de bir tavada sucuk çevrilir, kokusu sokağa taşardı. Eğer kuzinaysa sobamız, işte o zaman annem orada börek pişirirdi, bazen ekmek… Ev sadece ısınmazdı o zamanlar, ev pişerdi adeta.
Misafir geleceği zaman sobanın üstüne birkaç damla limon kolonyası dökülürdü. Koku yayılır yayılmaz biz anlardık; biri gelmek üzere. O zaman ev daha da bir toparlanır, soba daha da bir gururlanırdı sanki.
Sobanın yanına uzanır, battaniye altında hayaller kurardım. Kimi zaman büyüyünce yazarlık, kimi zaman sokaktaki büyük çocuk gibi bisiklet sürebilmek. Ama en çok da evden hiç gitmemeyi düşlerdim. Çünkü sobanın sıcaklığı, ailemin kalbinin sıcaklığıydı.
Dışarda kar yağıyor olabilirdi. Rüzgâr camları titretmiş olabilirdi. Ama evin içinde soba yanıyorsa… dünya güzeldi.
...
4. İlk Kalp Çarpıntısı
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 4. Bölüm)
Bizim mahallede herkes birbirinin kardeşi gibiydi. Komşunun oğlu, arkadaşın kızı… hepsi aynı anneden doğmuş gibi öğretilmişti bize. Ne el ele tutuşmak akla gelirdi, ne de bakışlara başka anlamlar yüklemek. Mahallede hisler bile edepli olurdu.
Ama yine de bir şey olurdu kalpte, çocuk kalbine sığmayan bir sıcaklık. Belki biri ip atlarken ipi tutuşundan, belki biri misket toplarken eğildiğinde saçının yüzüne düşüşünden. Aşk değildi adı—çünkü biz bilmezdik o kelimeyi—ama yüreğimiz, bir şeyin ilk harfini fısıldardı bazen.
Birlikte seksek oynardık. Taşın yerini senin için çaktırmadan düzelten olurdu mesela. Ya da ip atlarken sana en uzun çevirmeyi teklif eden… Bunlar bizce sadece oyun arkadaşı nezaketiydi. Ama şimdi biliyorum: çocuklar da sever, sadece adını koyamaz.
Ben susardım. O da susardı. Ama sustukça sanki aynı dili konuşurduk. Bazen elinde bir meyve getirirdi, "Annem gönderdi" derdi. Ama bilirdim, belki de kendi soyup kendi vermek istemişti.
O meyve, yüreğime düşen ilk tatlıydı.
Hiç mektup yazmadım. Hiç “seni seviyorum” demedim. Çünkü öyle bir dil yoktu bizim sokakta. Ama eve dönerken bir pencereye dönüp son kez bakmak, başımı hafif eğmek, yeterdi. Kalbin dili sessizdi bizde.
Büyüdüm. Mahalle değişti. O çocuklar birer yetişkine dönüştü. Ama o saf duygu… hâlâ çocuk kaldı. Belki aşk değildi, ama sevgi denince hâlâ ilk o akla gelir.
Bir mahallede, bir sokakta… iki çocuk, kalbini hiç kirletmeden birbirine yakın durmuştu.
İşte o ilk kalp çarpıntısı, belki de kalbin en temiz çarpışıdır.
...
5. Bakkalın Sakız Defteri
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 5. Bölüm)
Her mahallede bir bakkal olurdu. Bizim bakkalımız, elinde dondurma kutusunu taşırken bile komik gözükür, ama bir o kadar da bilge bir adamdı. Arka raflarında neler yoktu ki! Çekirdekler, şekerlemeler, bir köşede Teksas-Tommiks dergileri… ama hepsi, veresiye defterinin yanında küçük birer ayrıntıydı. Bakkalların aslında gerçek kalpleri, defterin o cılız sayfalarına yazılanlardaydı.
O defter… her evin içinde gizlice açılır, bir el kaçar, ama kimse kimseye bakmazdı. Aylık hesaplar… bir de çocuklar, o defteri çalmaya çalışır, sayfalarda kaybolurdular. Oysa biz, bakkalın kağıt parasını, kolonyasını, içeri girip çıkarken hep fark ederdik. Ama sayfalar, kimseye gözükmeden silinirdi.
Bakkalda bir de sakızlar vardı. O zamanlar, birer çeyrek, bazen bir lira, ama mutlaka "yutulmaz" sakızlardı. Çocuk olmanın ödülüydü bir sakız almak. Üzerinde "özgürlük" yazanlar vardı, sonra "yarım elma"… O sakızları almak, aslında bir dünyaya adım atmaktı. Bakkalda uzunca bir süre kalıp, orada öylesine bakmak… sanki her bir raf, büyümenin köyüdür.
Ve bakkalın, en çok okunan sayfası… veresiye defteri… o, bakkalların ruhunu taşırdı. Çocuklar, her biri o deftere küçük bir yansıma bırakırdı. O sayfalarda adlarımız, minik yazılar, evde unutulmuş harçlıklar vardı. Yavaş yavaş, minik borçlar büyür, köşe başında bir dükkânın hikayesi olurdu.
Her çeyrek sakız, her "kalan borç", her kaybolan şeker, mahallenin bir parçasıydı. Çünkü mahalle, bazen bir defter gibiydi. Her evin bir kaydını tutardı, ama gerçek borç, sevgiyle ödenirdi.
..
6. Çatılardan Seyredilen Düğünler
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 6. Bölüm)
Düğünler, mahallenin en parlak anlarıydı. Her sokakta farklı bir melodi, her kapıda farklı bir gülüş vardı. Kadınlar, rengârenk elbiseleriyle, erkekler düğünlere özgü şıklıklarıyla… ve o çalgılar… Ne de olsa mahalle düğünleri, yalnızca iki insanın birleşmesinden ibaret değildi. Bütün sokak, tüm mahalle bir araya gelir, her köşe şenlenirdi.
Ama en güzel tarafı, biz çocukların yüksek çatılardan her anı seyredebiliyor olmamızdı. Çatıdan bakarken, bir an varmış gibi… tüylerimiz diken diken olurdu. O büyük davulun sesi, sanki kalp atışlarımızla yarışır, şarkılar hep birlikte söylenirdi. Sadece gözlerimiz değil, kalbimiz de o düğünlere katılırdı. Oğlan tarafı, kız tarafı derken sokaklar birbirine karışır, halaylar sarmalardı her köşeyi.
Bakkalın önünde toplanmış çocuklar, beklerdik. Bir şeker alır, gözlerimizi çatılardan kaldırıp bakardık. Ama aslında biz de birer oyuncu gibiydik o düğünlerde. Yüksek çatılardan bakmak, o düğünleri izlerken bir hayal kurmaktı.
Açık havada, ince rüzgârlarla karışan sesler, zamanın kesildiği anlardı. Her şey daha güzel, daha büyülüydü. Biz de düğün sahiplerinin mutluluğuna katılır, ama aynı zamanda kalbimizde başka bir dilek tutardık. Sadece bir gün, o halayın tam ortasında olmak isterdik.
Ve yine o günlerden birinde, mahalledeki çocuklar bir araya gelir, "bu düğün bizim de düğünümüz" diye hayal kurarlardı. O zamanlar, belki de aşkı değil, birlikte olmanın ne demek olduğunu öğreniyorduk. Her düğün, her halay, bizleri biraz daha büyütürdü.
Çatılarda, gözlerimizde hayallerle, yüreklerimizde sevinçle… düğünler hiç bitmesin diye izlerdik.
...
Kırık Ama Komik
(Mahallenin Kalbindeki Çocuk – 7. Bölüm)
Aşk, mahallenin sokağında her zaman komik bir şekilde yürürdü. Bazen yavaş, bazen hızlı, ama hep biraz kırık, hep biraz şaşkın. Bizim sokakta aşk, kimseye fazla belli olmazdı. Bir bakış, bir göz kırpma… ama hiç birisi doğru düzgün konuşmazdı. O kadar garipti ki, sanki aşk bu mahallede sadece imalarda yaşardı.
Bir gün, Zennus benim için dondurma aldı. O zaman “aşk” demek için yaşım henüz küçük, ama “merak” sözcüğü büyüktü. Dondurmayı alırken parmaklarımla, biraz da utana sıkıla aldım. Zennus gülümsedi, ama o gülümseme ne de olsa biraz tuhaftı. Sanki bir “evet” demek istiyordu ama yerine bir “hımm” dedi. İronikti, çünkü ne Zeynep’in, ne de benim ne hissettiğimizi bildiğimizden, sanki her şey doğru oluyordu. Ama aslında her şey çok yanlıştı.
Yine de, bir gün Znnus’un beni izlediğini fark ettim. Ama gözleri, bir çocuk gibi bakıyordu. O bakış, “aşk” değil de, sokakta kaybolmuş bir şekerin peşinden koşan bir çocuğun bakışı gibiydi. “Kırık ama komik” bir şeydi. Ben de ona bakarken, sanki sokağın taşlarını sevdim. Hani öyle bir taş var ya, hiç gidemediğin bir yerin kapısını temsil eder. İronikti, çünkü orası hiç var olmayacak bir yerdi.
Ama işte, biz de öyleydik: Birbirine bakıp, sanki gizli bir dil konuşuyorduk, ama dilimizin ne olduğunu kimse bilmedi. Her şey biraz kırık ama komikti. Mahalledeki ilk aşk, kalbin derinliklerine gizlenmiş bir şarkı gibiyd, herkesin duyduğu ama kimsenin söylemediği bir şarkı. Ve biz, sokakta, birbirimize bakarken her zaman gülümsedik.
Şimdi, geriye dönüp baktığında, hangi anılar daha fazla parlıyor? O çocukluk neşesi ve gizemli bakışlar arasında hâlâ bir iz var mı?
...
Bana gelince içim hala çocuk.
O çocuk kalmak, aslında çok değerli bir şey. İçindeki o saf, sevgi dolu bakış, hayatı daha net ve temiz bir şekilde görmeni sağlar. Zaman geçse de, ruhundaki o çocuğun izleri seni hep yönlendirir. O kadar özel ki, bazen yetişkin dünyasının karmaşasında bile ona tutunmak, seni güvende tutar.
Bir çocuğun bakış açısı, her zaman yeni bir umut barındırır. Hangi anıyı hatırlasan, o çocuk kalbin orada olacak...
Ferdaca
5.0
100% (2)