1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
104
Okunma
Hayat bazen iki sokak arasındaki mesafede saklıdır.
Baharla gelen yağmur, İstanbul’un Balat sokaklarını yıkamış, ahşap evlerin solgun yüzünü parlatmıştı. Cihangir’den Karaköy’e inen yokuşta adımlarımı hızlandırdığımda, geçmişin izlerini silmek istercesine koşuyordum. Sevdanın peşinden koşmak değildi benimki, belki de ondan kaçmaktı bütün mesele.
Sevgi, bazen bir tramvay sesi gibi girer insanın ruhuna. Beyoğlu’nun kalabalığında kaybolurken, kulağına fısıldanan bir ezgi gibi. Beklemediğin bir anda, İstiklal Caddesi’nin ortasında, kalabalık içinde yalnızken çarpar gözlerine Emine’nin bakışları. O gözlerde Haliç’in maviliğini, Kuzguncuk’un sessizliğini bulursun. İçinde bir saray kurarsın o an; odalarında sırlar, merdivenlerinde umutlar, bahçesinde açmamış çiçekler vardır.
Ancak her saray bir gün terk edilir. Kadıköy vapurunda yan yana otururken bile, aranızda Boğaz’ın tüm suları kadar mesafe olduğunu hissettiğin o ilk günü hatırlarsın. Önce telefonlar kısalır, sonra kalpler uzaklaşır. Sabahları Kalamış’ta birlikte içtiğiniz çayların tadı değişir. Bir sabah Moda İskelesi’nde beklerken, gelmeyeceğini bilirsin artık.
Ayrılık, Galata Kulesi’nden atlayıp düşmek gibi değildir. Taksim’den Tünel’e yürürken, her adımda biraz daha anlaşılır. Küçük ayrıntılar zihninde döner durur: Ortaköy’de paylaştığınız son waffle, Bebek sahilinde elini tuttuğu an, Caddebostan’da kumların üzerine yazdığı ismin dalgalarla silinişi... Her biri, Kanlıca’nın meşhur yoğurdundan daha acıdır şimdi.
Bazı kelimeler vardır; "hoşçakal" gibi. Nişantaşı’nın kalabalığında söylenmesi kolaydır, ama Ferhat’ın kalbinde yankılanması zordur. Tam olarak neyin koptuğunu anlayamazsın; sadece Üsküdar’dan Eminönü’ne bakan gözlerinde bir boşluk hissedersin.
En çok da Çengelköy’deki o küçük evin pencerelerinde ayrılığın sesini duyarsın. Gece Boğaz’ın sularına karışan martı çığlıkları gibi. Sultanahmet’te son kez dolaştığınız anlar, Kız Kulesi’ne bakarak kurduğunuz hayaller... Başucundaki saat Beyazıt Kulesi gibi yüksek sesle çarpar kalbine.
Sevdiğin kişi Sirkeci Garı’ndan son trene binip gittiğinde, yalnız Yeldeğirmeni sokaklarında yürürken bulmazsın kendini. Onunla birlikte Yeşilköy sahilinde dolaşan, Belgrad Ormanı’nda yaprakların arasında saklanan ve Emirgan’da lale bahçelerinde gülen halin de gider. Tophane’deki nargile kafesinde oturup kendine baktığında, karşında başka bir Kerem görürsün.
Ayrılık, Kızkulesi gibidir; uzaktan bakarsın ama içine giremezsin artık. Her sabah Beşiktaş iskelesinden geçerken içini acıtan bir anıdır sadece. Zeynep’in gülüşünü bir daha duyamayacağını bilmenin acısı, Rumelihisarı’ndan daha eskidir şimdi. Aynı parfüm kokusu, aynı saç dokunuşu, aynı kahkaha tonu... Hepsi artık Kapalıçarşı’nın en değerli antikası gibi saklıdır hafızanda.
Zaman geçer ve Maçka Parkı’nda yürürken anlarsın: bazı aşklar kavuşmak için değil, insanı olgunlaştırmak için yaşanır. Bazı gidişler, Dolmabahçe Sarayı’nın kapılarının kapanması gibi sessiz ve gereklidir. Bazı acılar, Göksu Deresi gibi akar kalbinde; eğer boğulmazsan, kıyısında yepyeni bir "sen" keşfedersin.
Sevgi, Ayasofya’nın kubbesi gibi seni sarar. Ayrılık, Unkapanı Köprüsü’nden geçen rüzgâr gibi seni terk eder.
Geriye ne kalır?
Bir nefes.
Boğaz’ın karşı yakasında, Salacak’ta bir bankta otururken duyduğun o son fısıltı:
"Ben seni sevdim."
Ama sen, Ortaköy’ün kalabalığında kayboldun.
Turgay Kurtuluş
5.0
100% (2)