0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
222
Okunma

Ben bir adamdım…
Rüyalarında kaybolan, uyanınca bir hayalin peşinden günlerce yürüyen bir adam. Her gece gözlerimi kapadığımda, kalbimde olmayan bir yeri sızlatan o kadını görürdüm. Saçları geceyi kıskandırırdı; simsiyah, karanlıkla değil, huzurla dolu. Teninde ay ışığı gibi bir parlaklık, gözlerinde ise yıldızların kıskanacağı bir sır gizliydi. Adını bilmezdim, sesini hiç duymamıştım. Ama bilirdim; o vardı. Ve ben, onu bekliyordum.
Beklemek. Beklemek ne tuhaf iştir. Saat tutmazsın, yol bilmezsin, ama içindeki takvim her gün “bugün mü?” diye sorar.
Ve bir gün. Günlerden biri değil, bambaşka bir gündü. Her gece düşlerimin içinden doğan o kadın, gözlerim açık, zihnim bedenimde iken üzerime yürüyordu.
İstanbul sabahıydı, hafif sisli, martı sesleri uzakta, simitçilerin tekerlekleri kaldırım taşlarında şiir yazıyor. Tam Galata’ya dönecekken, zaman sesini kaybetmiş bir saat gibi durdu.
Oradaydı.
Gerçekti.
Ona dair ne varsa, zihnimin en derininden kalbimin en orta yerine birdenbire aktı.
Teninde geceydi, siyah değil, sonsuz.
Gözleri, gözleri öyle bakıyordu ki, sanki ben orada hep durmuşum da, o gelene kadar zaman yürümemiş.
Gülümsedi.
O an gökyüzü yıldızlarını avuçlayıp yukarı savurdu. Gün aydınlık ama gece gibi huzurluydu.
Kokusu, bir dağ esintisi gibiydi. Soğuk değildi ama üşütüyordu insanın geçmişini. Birden fark ettim, onu ararken geçmişimde çok kalmışım. Şimdi ilk defa gerçek bir “an” daydım.
Adımlarımı hatırlamıyorum. Ona nasıl yaklaştım, ne dedim, dediğim bir şey oldu mu - bilmiyorum.
Ama hissettim…
Kalbim ilk defa yerini buldu.
Sanki bütün ömrüm boyunca eksik bir harfle konuşmuşum da, onunla tam bir cümle kurmuştum.
O, rüyalarımın kadınıydı.
Ama artık sadece rüyamda değildi.
Hayatıma yürüyen bir masaldı o. Ve ben, bu masalın sonsuz ilk satırına gözlerimle mühür oldum.
Ona yaklaştığımda kalbim ayaklarımdan önce varmıştı. Öyle hissediyordum.
Sanki ben değil, kader onun yanına gitmek için benden ödünç beden istemişti.
“Merhaba,” dedim.
Ya da öyle sandım.
Çünkü dudaklarımın arasından çıkan ses, yıllardır ruhumda çınlayan bir duanın cevabı gibiydi.
Başını eğdi hafifçe, sonra gözlerini kaldırdı.
O an, bütün denizler gözlerine sığmıştı sanki. Dalgasız, ama derin.
“Tanıyor musunuz beni?” dedi usulca.
Sesinde rüzgâr vardı. Ama o sert, savurucu değil…
Bir akşamüstü balkonunda, ince tülleri dans ettiren o zarif esintiden.
“Hayır,” dedim. “Ama biliyorum sizi. Çünkü ben sizi rüyamda büyüttüm.”
Gülümsedi.
Gülüşü aman Allahım.
Bir gülüş bu kadar çok şeyi nasıl söyleyebilir?
İçinde yaz vardı. Çocukluk vardı. Bir akşam duası, bir ilkbahar ağacı, bir anne kokusu, bir eski radyo sesi. Her şey vardı. Ve bir de, o gülüşe kadar geçen hayatım.
Birlikte yürümeye başladık. Konuşmadan.
İstanbul sanki onun eteklerine sarılmıştı.
Martılar peşinden uçuyor, kaldırım taşları onun her adımında diz çöküyordu.
Bir ara rüzgar saçlarına dokundu, ben kıskandım.
Bir telini kendi ellerimle kulak arkasına yerleştirmemek için tuttuğum nefesim, yüreğimden kaçtı.
Bir çay bahçesine oturduk.
O çay söyledikçe, ben bir ömrün hikâyesini yazdım gözlerinden.
Bir dağ esintisi dedim yaa.
Kokusu hâlâ burnumda.
Sanki Kuzey rüzgarı giyinmiş de, onun teninden geçerek dünyaya salınmıştı.
Zaman çözüldü.
Saatler onun göz kırpışlarında eğildi.
Ben ise artık rüyalarımda değil, onun göz bebeklerinde yaşamaya başladım.
O gece…
İstanbul sustu.
Ve masal başladı.