1
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
115
Okunma
Toros’un eteklerinde, dağın karlı zirvesinden Çukurova’nın pamuk tarlalarına kadar uzanan bir hikâyedir bu. Gökyüzünün sonsuz maviliğinde, kartallar kanat çırparken, toprağın bağrından fışkıran bereket ve sancının türküsüdür.
Haydar, daha on beş yaşındayken tanımıştı dağın dilini. Koca çam ağaçlarının hışırtısını, kayalarda yankılanan kuş çığlıklarını, yağmurdan sonra yükselen toprak kokusunu bilirdi. Kardelen çiçeklerinin karı delip çıktığı an, ceylanların su içmek için indiği dere, kızgın güneşin altında akreplerin dans ettiği taşlık... Hepsi onun için bir kitaptı. Her sabah, dağın eteğindeki köyde, kerpiç evinden çıkıp bu kitabı okurdu Haydar.
Köyün en yaşlısı Koca Bekir Emmi bir gün, "Bir gün gelecek," demişti, "bu topraklar için kan dökülecek." Haydar o zamanlar anlamamıştı. Nasıl olurdu da insan, üzerinde doğduğu, büyüdüğü, öleceği toprak için kan dökerdi? Toprak herkesindi. Gökyüzü gibi, rüzgâr gibi, su gibi...
Ama bir gün ağaların geldiğini gördü. Kara gölgeler gibi çöktüler köye. Ellerinde kâğıtlar vardı. "Bu topraklar bizim," dediler. "Dedenizin dedesinden beri sürdüğünüz toprak artık size ait değil."
Köylüler önce inanmadı. Sonra korktular. En sonunda öfkelendiler. Ama ne yapabilirlerdi? Ağaların yanında jandarma, jandarmanın yanında devlet vardı. Haydar’ın babası, "Biz bu topraklarda bin yıldır ekip biçiyoruz," dedi. "Bizim alnımızın teri var bu toprakta, bizim atalarımızın kemikleri yatıyor bu toprakta."
Ağanın adamları güldü sadece. "Tapunuz var mı?" dediler. "Varsa gösterin."
Köylüler tapuyu bilmezdi. Onların tapusu, dedelerinin mezarlarıydı. Tapuları, her bahar yeniden yeşeren buğday tarlalarıydı. Tapuları, kucaklarında emzirdikleri çocuklarının toprağa dökülen ilk adımlarıydı.
O günden sonra Haydar değişti. Gözlerindeki çocuksu parıltı söndü. İçinde bir ateş yanmaya başladı. Dağların ardındaki şehirlerde okuma yazma öğrendi. Kitaplar okudu, insanlarla konuştu. Anladı ki dünya, sandığından daha karmaşık, daha acımasızdı.
Beş yıl sonra köye döndüğünde, Haydar artık bir delikanlıydı. Boyu uzamış, omuzları genişlemiş, yüzünde güneşin ve rüzgârın izleri belirmişti. Köyün meydanında insanları topladı. "Bizim hakkımız olanı geri alacağız," dedi. "Bu topraklar bizim. Bu topraklar, çocuklarımızın ekmeği, geleceği. Bunu kimse elimizden alamaz."
Köylüler korkuyordu. "Ağanın adamları var," dediler. "Silahları var."
Haydar gülümsedi. "Bizim de dağlarımız var," dedi. "Bizim de yüreklerimiz var. Ve bizim haklı olduğumuzu bilen vicdanlar var."
Böylece başladı direniş. Önce küçük, sonra büyüyen bir alev gibi. Köylüler tarlalarını sürdüler, tohumlarını ektiler. Ağanın adamları geldiğinde, kadınlar çocuklarını bağırlarına basıp karşı durdular. Erkekler, ellerinde taşlar, sopalarla beklediler.
Haydar, gökyüzünü izleyerek düşündü: "Kartallar nasıl korkusuzca süzülüyorsa gökyüzünde, biz de öyle yaşamalıyız toprağımızda." Dağın doruklarında biten kekik çiçekleri bile taşların arasında kök salabilirken, insan neden kendi toprağında kök salamazdı?
Komşu köylerden haberler geldi. Onlar da benzer sorunlar yaşıyordu. Zamanla, Haydar sadece kendi köyünün değil, bütün yörenin sesi oldu. Şehirlere gitti, derdini anlattı. Kimisi dinledi, kimisi sırtını döndü. Ama gerçeği haykırmaktan vazgeçmedi: "Toprak işleyenin, su içenin, ağaç diken ellerindir!"
Yıllar sonra, bir sonbahar akşamında, Haydar yine dağın eteğinde oturmuş, Çukurova’ya bakıyordu. Tarlalar artık köylünündü. Uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra, yasalar değişmiş, toprak reformu yapılmış, köylüler hakkını almıştı. Ama bedel ağır olmuştu. Çatışmalarda dostlar kaybedilmiş, köyler yakılmış, hayatlar alt üst olmuştu.
Haydar’ın saçlarına ak düşmüştü. Yüzündeki çizgiler derinleşmişti. Ama gözlerindeki ışık hâlâ aynıydı. Yanına oturan küçük torunu, "Dede," dedi, "neden bu kadar çok mücadele ettin? Yorulmadın mı hiç?"
Haydar, torunun saçlarını okşadı. Uzaklarda, Çukurova’nın üzerinde kanat çırpan bir kartal sürüsünü gösterdi.
"Bak," dedi, "şu kartallar özgürce uçuyor ya, işte onun için. Biz de insan olarak özgürce yaşayabilelim diye. Toprak sadece toprak değildir yavrum. Toprak, insanın onurudur, gururudur, hayatıdır. Ve bir insan, kendi hayatını savunmaktan asla yorulmaz."
Güneş, Toros’un ardında kızıl bir ateş topu gibi batarken, Haydar ve torunu sessizce oturmaya devam ettiler. Karşılarında uzanan Çukurova’nın üzerinde, yarının umudunu taşıyan rüzgâr esiyordu.
Bu topraklar, binlerce yıldır nice fırtınalara göğüs germişti. Nice medeniyetler gelip geçmiş, nice acılar yaşanmış, nice sevinçler paylaşılmıştı bu topraklarda. Ve her seferinde, insan ve doğa, yan yana, iç içe, birbirini tamamlayarak var olmaya devam etmişti.
Haydar biliyordu ki, bu mücadele hiçbir zaman bitmeyecekti. Çünkü insanın özgürlük ve adalet arayışı, toprağın bereketine duyduğu açlık kadar doğaldı. Tıpkı kartalların gökyüzünde kanat çırpması, derelerin dağlardan denizlere akması gibi...
Yeni nesiller, yeni hikâyeler yazacaktı bu topraklarda. Ama hepsinin özünde, bu kadim mücadelenin izleri olacaktı. Çünkü insan ve toprak, birbirinden ayrılamazdı. İkisi de aynı türküyü söylüyordu aslında. Yaşamın, umudun, direncin ve sevginin türküsünü.
Toprağın ve insanın türküsü, sonsuza dek bu dağlarda, bu ovalarda yankılanacaktı.
Turgay Kurtuluş
5.0
100% (3)