0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
204
Okunma

Sarp, çocukken yürümeyi çok severdi. Ayaklarının altına yapışan toprağın kokusu, adımlarına karışan rüzgârın uğultusu ona masal gibi gelirdi. O yürürken dünya konuşurdu onunla, taşlar fısıldar, bulutlar selam verirdi. Hiç durmadan yürürdü; çünkü hayalleri vardı. Bazen gökyüzüne tırmanmak isterdi, bazen bir kurdu doyurmak, bazen de bir çocuğun saçlarını okşamak. Ayakkabısız yürürdü çoğu zaman. Çünkü hayal kurmak çıplaklık isterdi ona göre—sade, savunmasız ve dürüst…
Ama zaman dediğimiz o sessiz hırsız, onun da yollarını aşındırmaya başlamıştı. Ayaklarına artık taş batıyordu. Toprağın kokusu kirliydi sanki, rüzgârsa başka bir dil konuşuyordu.
Otuz sekiz yaşındaydı. Her sabah aynı alarm sesiyle uyanıyor, aynı kahveyi içiyor, aynı yoldan işe gidiyordu. Bir hesap çizelgesi gibi düzleşmişti hayatı. Ama içeride, içinde, en içeride… hâlâ çırpınan bir çocuk vardı. Kalem yerine düşleri, defter yerine yıldızları seçen bir çocuk. Onu susturamıyordu.
Çünkü her yaştan sonra bir hayal daha eklenmişti sırtına. Ve ilginçtir, yaş arttıkça hayal de artıyordu. İnsan sanırdı ki yaşlandıkça istekler azalır, ihtiyaçlar sadeleşir. Ama hayır… Onunki tersine dönmüştü. Belki de gerçekleri tanıdıkça, hayallere olan sığınma arzusu büyüyordu.
Bir sabah, kahvesine bir not iliştirildi evde. "Hayallerini kaybettiğin gün ölürsün." Yazıyı kim yazmıştı bilinmez, ama sanki kendi iç sesiydi. O gün işe gitmedi. Elini cebine attı, çocukluğundan kalma paslı bir anahtarı çıkardı. Bu anahtarın bir kilidi yoktu ama Sarp, onun ruhunun kilidini açtığını bilirdi.
İstasyona gitti. İlk trene bindi. Gideceği yer yoktu, varacağı durak da. Ama içindeki çocuğu yeniden yürütmek istiyordu. Bu sefer ayakkabıları vardı ama ruhu hâlâ çıplaktı.
Tren bir sahil kasabasında durdu. Orada zaman durmuş gib
iydi. Yaşlı bir kadın bahçesini suluyordu, bir çocuk sokak lambasına top atıyordu. Sarp oturdu, izledi. Yalnızdı ama ilk defa huzurlu. Kimse onu tanımıyordu, kimse ondan bir şey beklemiyordu. Hayallerini serbest bırakmak için mükemmel bir yerdi burası.
O gece defterine şunları yazdı:
“Hayaller bazen baş belasıdır. Ama insan, onlarsız kendi yıkıntısına döner. Gerçekler, üzerine basılıp geçilen taşlarsa, hayalleri gökyüzüne uzatan bir merdivendir.”
Kasabanın mezarlığında yürürken, isimsiz bir mezarın başında durdu. Mezar taşında sadece bir çizik vardı. “Kim bilir,” dedi içinden, “belki bu kişi tüm hayatını hayal kurarak geçirmişti ama hiçbirini anlatamamıştı.”
O an içinden bir karanlık geçti. Ya kendisi de bir gün anlatamadan göçerse? Ya tüm bu hayaller, kalabalık bir cenazede sessizce toprağa gömülürse?
Diz çöktü, toprağı okşadı.
Ertesi sabah, kasabanın arkasındaki dağa tırmanmaya karar verdi. Zirvede ne olduğu yazmıyordu haritalarda ama içindeki çocuk ısrar ediyordu: “Orada bir şey var.”
Saatler süren yürüyüşten sonra zirveye ulaştı. Karşısında yalnızca sonsuz bir sessizlik, bir orman denizi, bir kartalın çığlığı vardı. Ama işte o sessizlikte bir cevap saklıydı. Hayat, bir rota değil bir yankıydı. Ne kadar bağırırsan, o kadar dönerdi sana.
Kasabadan ayrılırken, cebine birkaç taş koydu. Mezarlığın toprağından, dağın zirvesinden ve sahilden… Onlar ona her zaman hatırlatacaktı: Hayat düz değil, inişli çıkışlı, taşlı, rüzgârlıydı. Ve en önemlisi, her taşın altında başka bir hayal saklıydı.
Sarp, eve döndüğünde artık başkası olmuştu. Aynı yaş, aynı beden… ama farklı bir ruh. Sırtındaki yük azalmış mıydı? Hayır. Ama taşımayı öğrenmişti.
Hayaller hâlâ dünyayı turluyordu. Kızıldeniz’in üzerinde süzülüyor, Batı kıtasında güneşe gülümsüyor, bir çocuğun gözlerinde parlıyordu. Ama artık onları kovalamıyor, onlarla yürüyor, bazen de onları dinlendiriyordu.
Yıllar sonra bir çocuk ona sordu:
“Amca, senin en büyük hayalin neydi?”
Sarp gülümsedi.
“En büyük hayalim... hayal kurmaya devam etmekti.”
Erol Kekeç/04.05.2025/Sancaktepe/İST