2
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
262
Okunma
Doğdum. Kimseye danışmadan, kimseye haber vermeden geldim bu dünyaya. Gözlerimi açtım; sıcak bir ten, ürkek bir kalabalık ve ardı arkası kesilmeyen bir telaş karşıladı beni. Büyüdüm. Ağladım, sustum, öğrendim, sevdim. Sonra yoruldum. Herkes gibi ben de kendimce uğraştım yaşamakla. Kazanmanın, bir yerlere varmanın peşinden koştum. Bazen geç kaldım, bazen yanlış yöne yürüdüm. Ama hep çabaladım. Çünkü bize böyle öğretildi: Hayat mücadeledir.
Çocuklarım oldu. Onlar ağladıkça ben sustum, onlar düşmesin diye kendim dizlerimi kanattım. Kendimi unutarak büyüttüm onları. Geceyi sabaha bağlayan uykusuzluklarda, benliğimden vazgeçtim. Onların bir gülümsemesi, bir kelimesiyle avutuldum. "Değecek," dedim. "Yoruluyorum ama buna değer."
Yıllar geçti. Ellerim kırıştı, belim çöktü, hafızam karıştı. Aynaya her baktığımda yabancı bir yüz karşıladı beni. Çocuklar büyüdü. Kendi hayatlarına daldılar, kendi yorgunluklarına sahip çıktılar. Ben bir köşede sessizce bekledim. Sanki hayat bir nehrin kıyısında beni unutmuştu. O nehir hâlâ akıyor, ama ben artık suyun içinde değilim.
Ve şimdi fark ediyorum… Hayat dediğimiz şey, hep bir koşu. Başlangıcı bizim olmayan bir yarış. Kazananı da yok. Sadece durmadan koşmamız bekleniyor. Durunca ayıplanıyor, düşersek alay ediliyoruz. Her şeyin değeceğini sanıyoruz; ev, bark, başarı, çocuklar… Oysa sonunda hepsi bir hatıraya, bir fotoğrafa, bir suskunluğa dönüşüyor.
Şimdi düşünüyorum da… Kendimizi bu kadar tüketmeye değer miydi? Kendimize hiç soramadığımız sorular var: Mutlu muyum? Ben kimim? Hayatı ne zaman yaşadım, ne zaman sadece idare ettim? Hep başkaları için mi yaşadım?
Doğdum, büyüdüm, ölüyorum. Ve bu üç kelimenin ortasında geçen onlarca yıl, kendime verdiğim cevapsız sorulardan ibaretmiş meğer.
5.0
100% (2)