0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
186
Okunma

Yusuf, fabrikanın ilk günlerinden itibaren iki ay geçmişti. Ortama iyice alışmış, işlerin ritmini yakalamıştı. Herkes onu sessizliğiyle tanıyordu; işini düzgün yapan biri olarak biliyorlardı. O gün, paketleme bölümüne yeni gelen kızı yine otobüste gördü. Yanında durmuştu. Saçları düz ve ipek gibi, omuzlarından aşağı dökülüyordu. Fabrikaya girdiğinde tüm gözler ona çevrilmişti; Yusuf da bunu fark etti. Ama bakışlar her zaman uzaktan ve çekingen bir şekildeydi. O güzelliğin içinde buz gibi bir mesafe vardı, soğuk bir uzaklık.
İlk gün öğle arasında kantinde karşılaştılar. Kız, yemeğini alıp tek başına bir masaya oturmuştu. Yusuf da çayını alıp öbür köşesine geçti. Ama bakışları birbirine denk geldi. Kız, gözlerini kaçırmadan ona baktı, hafif bir tebessümle kaşlarını kaldırdı. Sonra, hiç beklenmedik bir şekilde yanına gelip sordu:
“Sen de mi yenisin?”
Yusuf başını kaldırdı. “Hayır,” dedi. “İki ay oldu.”
Kız hafifçe güldü. Alaycı bir şekilde, “İki ay mı? O zaman sen de hâlâ yenisin,” dedi. Ve uzaklaşırken geride sadece kibirli bir parfüm kokusu kaldı.
Gülüşünde ince bir küçümseme vardı. O anda Yusuf anladı; bu kızın dışıyla içi arasında dağlar kadar fark vardı. Ne samimiyet ne de merhamet vardı yüzünde. Evet, güzeldi ama soğuktu. O ipek saçlarının altındaki dünya bambaşkaydı.
Birkaç gün sonra fabrikada büyük bir karışıklık yaşandı. Paketleme bölümünde ciddi bir sayım eksikliği ortaya çıkmıştı. Palet palet ürün kaybolmuştu. Gözler bölümden sorumlu ustabaşına çevrilmişti. Ama kimsenin dile getiremediğini Yusuf söyledi.
Çünkü gözleriyle görmüştü. Akşam mesaisinden sonra bazı işçiler sessizce paletleri dışarı çıkarıyordu. Yusuf, müdüre gidip durumu anlattı. Ne birini suçladı ne de laf taşıdı. Sadece gördüğünü söyledi.
Bu durum ustabaşının kulağına gitmişti. Yusuf’u odasına çağırdı. Uzun uzun gözlerinin içine baktı ve:
“Delikanlılık, sessiz kalmakla olmaz. Doğruyu konuşan az bulunur,” dedi. Sonra ekledi: “Anan baban yok mu senin? Gel bu akşam bizde bir çorba iç.”
Yusuf önce reddetti. Ustabaşı ısrar etmedi. Ama birkaç gün sonra yeniden davet etti. Bu kez Yusuf gurur yaptı. Kimseden yardım istemek istemedi. Her ne kadar yalnız olsa da, bir sofraya davet edilmek onu acıtıyordu. Sanki muhtaçmış gibi hissettiren bir şey vardı o davetlerde.
Ama bir akşam, anne baba özlemiyle yanıp tutuşan Yusuf kabul etti. Bu sefer gitti ustabaşının evine. Yolda yürürken bir an için geçmişin ağır hatıraları sardı etrafını. Annesinin yumuşak sesi, babasının çatık kaşlı ama güven veren yüzü gözlerinin önünde belirdi. Ve sonra, en çok da o yaşlı adam… Sokakta darmadağınken onu yerden kaldırıp evine alan, karnını doyurup işe yerleştiren, baba gibi duran o adam geldi aklına. Artık hayatta değildi. Sessizce göçüp gitmişti ama Yusuf’un yüreğinde hâlâ yaşıyordu. O adam olmasaydı, belki bugün bu yolda bile yürüyor olmayacaktı.
Eve vardılar. Mütevazı, temiz, sıcak ve sessiz bir evdi. Sofra kuruldu. İçeri iki kadın girdi. Birisi 40-50 yaşlarında, kapalı, mütevazı bir bayan; diğeri ise kafası açık, sevimli, zayıf, 19-20 yaşlarında bir kızdı. Yemekleri masaya getiriyorlardı. Ustabaşı, “Eşim ve kızım,” dedi. Kızının yüzü huzurla doluydu ama bir fark vardı. Sessizdi. Hiç konuşmadı. Yusuf anlam veremedi. Ustabaşı göz ucuyla bakıp usulca açıkladı:
“Zeynep doğuştan sağır,” dedi.
Yusuf düşündü. “Her şey yerli yerinde... Kulakları da öyle küçük, zarif. Ama işitmiyor. Sesleri değil, yürekleri duyuyor bu kız,” dedi içinden.
Yusuf’un içi sızladı. O an anladı ki; güzellik, kulak şekliyle ya da göz rengiyle değil, içten gelen anlayışla olurmuş. Zeynep’in kulakları küçük ve estetikti belki ama sağırdı. Yusuf’un kulakları ise büyüktü, çocukken dalga geçilirdi ama şimdi hem sesleri hem sessizlikleri duyuyordu.
Sonrasında ustabaşı onu birkaç kez daha davet etti. Yusuf, utansa da gitmek istedi. Her gittiğinde çocuklukta yaşadığı aile sofralarını hatırlıyordu. Yine de bir utanç vardı içinde; kimseye yük olmak istemiyordu. Ama her gelişinde Zeynep gözlerinin içine baktığında içi kıpır kıpır oluyordu. Artık anlıyordu: Birini tanımak için sese gerek yoktu.
Yavaş yavaş bir şeyler inşa ediliyordu aralarında. Acele yoktu. Anlamsız bir hız yoktu. Sadece sessiz bir anlaşma vardı.
Ve işte o zaman Yusuf anladı ki; asıl mesele dış görünüş değilmiş. Gerçek olan, duyamayan bir kulaktan bile hayatı anlayabilmekmiş. Önemli olan, yüreğin işitmesiymiş.