0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
223
Okunma
Her gök birdir derler ama Yenioba’nın göğü bir başkadır. Köylü başını kaldırıp bakmasa da o durgun, mavi, sonsuz gök bir mıh gibi asılı durur tepede. Her gök aynıdır derler, derler ama, kimi gök vardır kısırdır. Bağrı bulutlarla kapalı, boyuna yağmur yağdıran, bağrı kuşları kovalayan nankör gri bir bataklıktır.
Yenioba’nın denizi işte tepede, dalgalanmadan duruyor. Tüy tüy bulutlar dağılıp etrafından geçip gidiyor. Hiçbir varlık aşık atamaz yüceliği ile. Hiçbir kudret dokunamaz ta yüreğine bu mavi sonsuzluğun.
Yılın belli vakitleri, öbek öbek kuşlar, yani bu göklerin sevdalısı kuşlar, gelir sevişirler gün vakti Yenioba’nın üstünde. Kimse başını kaldırıp bakmaz, baksa da bilmez bu sevişlerin anlamını. Renk renk, boy boy, türlü türlü kuşlar ta uzaklardan kanat çırpıp ulaşırlar sevgililerine. Yenioba’nın tutku dolu göğünde salınıp, ateşlenip kana kana içerler buz gibi sularını. Kara leylekler, yılan kartalları, akça cılıbıtlar, flamingolar bir aşağı bir yukarı doğru kayarlar yüksek, mavi denizin derinlerine doğru. Ve en nihayetinde allaha ısmarladık der, bir sonraki sevişlerine dek hayatta kalmayı umarlar.
Yenioba köyünün toprağı da tıpkı göğü gibi engindir. Köylü sabırla büyüttüğü ağaçlardan sofralara layık zeytinler yetiştirir, bir yiyenin vazgeçemediği zeytinyağlarını küplere doldurur, buğday, ayçiçeği yetiştirir. Yılın bu zamanları sabah ezanı ile kalkar tarlanın yolunu tutarlar, enselerinde beyaz mendillerle toprağı eşeler zeytinleri sopalarla bezlerin üstlerine saçarlardı.
Tam da öyle bir sabahtı. Osman, sabah ezanı ile yatağının içinde dönüp durmuş, anasının binbir çabası ile elini yüzünü yıkamaya hazırlanıyordu. Sabah oldu mu kalkması çok zor geliyordu Osman’a. Anası başına dikilip Osman’ın saçlarını okşadı .
— “Yavrum, Osman’ım benim, kalk artık bak sabah oldu babana yardım et de köy erkek görsün ha, oğlum benim.”
Osman gözlerini bile açamadan anasından yana döndü. Elleriyle gözlerini ovalayıp güç bela pencerenin kenarına doğru gözlerini aralayıp baktı.
— “Ana” dedi, “Belki de bu ezan yatsıdır he? Belki de daha yeni akşam olmuştur da uyuruz, sabaha daha çok vardır.”
— “Olur mu aslanım benim, Osman’ım. Sabah oldu ya oğlum, bak nasıl horozlar ötüyor duymaz mısın? Kalk da elini yüzünü yıka.”
— “Ana”
— “Söyle Osman’ım, canımın içi, de bana”
— “Ana bugün sıcak olur mu çok? Canı batasıca güneş! çok yakıyor beni. Hiç insafı olmaz mı bu güneşin?”
— “Ah, yavrum benim. Paralama kendini, e mi? Çok yanarsan otur dinlen ağaç gölgesine bırak onlar ne halleri varsa görsünler.”
— “Babam kızmaz mı ana? Ne biçim oğul bu demez mi?”
— “Der mi hiç? Bir oğlusun sen! Tasalanma kuzum benim.”
— “Ana çok zeytin toplayacağım bu sefer. Bak gör! O ocak var ya hani istediğin, onu sana alacağım. Bak gör! Bana o ocakta menemen yapar mısın ana? Ne güzel olur senin yaptığın menemen şimdi o güzelcecik ocakta ya, sorma!”
— “Osman’ım, ceylanım, yapmam mı hiç? Yaparım tabii. Çorba yaparım, menemen yaparım, pilav yaparım ne istersen yaparım!”
Anasının sevindiğini görünce Osman da iyice keyiflendi. Yatağında doğruluverdi. Kollarını iki kenara açıp iyicene gerindi. Anasına başını çevirip keyifle gülümseme aldı yüzünü. Şu ana yok muydu? Candı. Kokusu, gülüşü, sarılışı. Sırtını döşeğin başına yaslayıp bir süre ayak ucuna doğru gözleri daldı.
— “Ana” dedi, “Bu göçmen kuşlar ne zaman gelecek? Kaç zaman oldu bekliyorum. Gelirler de mi be?”
— “Gelirler Osman’ım” dedi anası, “Eli kulağındadır şimdik, he dedin mi geliverirler.”
— “Ana, kartal da gelir mi?”
— “Gelir.”
—“Karaleylek?”
— “O da gelir yavrum.”
— “O pembe kuşlardan? Hani uzun ayaklı leylek gibi! Ama pembe pembe olanı.”
— “Onlarsız yaz olur mu hiç Osman’ım? Gelirler tabii tuzlu gölün yamacına.”
— “Ana ben kartal isterim! Kocaman. Koluma na böyle oturttu mu, uçar gider gene konar koluma!”
— “Hadi oradan, deli oğlan seni! Ya yerse seni?”
— “Yemez, yemez! Tanır o beni. Adını da Çelik Blek koyarım, hani dayımın resimli kitaplarında var ya. Onun gibi. Amma esaslı adam ha o! Onun gibi biz de avlanırız uzaklara gidip hep.”
Anası gülüp de Osman’ı kollarının arasına aldı. Şuncacık çocuğun devasa düşlerinde kaybolmasına güldü. Minik kollarını kartal konacakmış gibi uzatıp da heyecan etmesine güldü. Anasının pamuk göğsüne yaslanmış 5 yaşında bir sonsuzluktu Osman. Çelik Blek’in izinde, yataktan fırlayıp elini yüzünü yıkamaya koştu.
Sabahın serininde çalışmak iyidir, keyiflidir. Hafif yelde güneş ağır ağır tepeye doğru tırmanır. Öğle vakti oldu mu, alevden bir top olur yakar tüm işçileri. Akşama değin zeytin ağaçlarını işçiler sopalarıyla sallar durur. Zeytinler bir bir yere gerdikleri yumuşak kumaştan örtünün üzerine düşer. Yeterince düştüğü vakit, dikkatlice örtüyü bohça haline getirir de kaldırıp kasalara dikkatlice boşaltırlar. Zeytin yere düşmemeli, ezilmemelidir. Yoksa hemencecik küser de murdar olur.
Osman sabahın karanlığından akşam güneşi tepenin ardında kaybolana kadar zeytin ağacının kah üzerinde, kah altında çalıştı durdu. Öğle vakti kavurucu sıcak bastırdığında, büyükçe bir güğümden suyu kana kana, çenesinden göğsüne süzülürcesine içti de serinledi. Akşam vakti olup paydos ettikleri vakit kendini ağaç dibine atıp ağacın gövdesine yaslandı.
— “Baba” dedi, “Şuradan şuraya gidecek halim kalmadı. Al beni sırtına da eve gidelim! Ne olur ha?”
Babası güldü, Osman’ın yanına çöküp bir sigara yaktı. Dumanı, yılan gibi kıvrılıp önce bir süre yukarı çıktı sonra yel aldı götürdü uzaklara. Ay iyiden iyiye belirgin olmaya başladı. Yıldızlar birer birer seçilir oldu. Gece, bir kağnı ile geliyordu sabah olana dek, sessizliğini serperek Yenioba’nın sokaklarına. Osman derin bir nefes çekti. Ekşi ekşi ter kokuyordu, yüzü tuzlu, dudakları kuruydu.
— “Babam”
— “De Osman’ım”
— “Bu kuşlar geldi ya”
— “He”
— “Şimdi serin sulardan içip dinlenirler ya obanın her yanında.”
— “He”
— “Gidip senle bir kartal yakalasak ya?”
— “Ne kartalı?”
— “Bilmeeem, yılan kartalı mesela… Ben çok kartalım olsun istiyorum da, Çelik Blek koyacam adını. Avlanacağız birlikte. Aha böyle yapacağım kolumu o da konacak. Yılan avlayacağız beraber, eğiteceğim onu.”
Babası sigarasından derin bir nefes çekti. Bıyıkları tütünden sarı sarı olmuştu. Kumaştan kasketini başının tepesine çekmişti, sarı saçları terle ıslanıp kahveye çalıyordu.
— “Nasıl yakalayacağız peki bu kartalı Osman’ım?”
— “Buluruz bi yolunu”
— “Uçup gitmez mi biz yakalayana kadar?”
— “Yavru yakalarız biz de, onlar daha akılsız olur. Ne olduğunu anlamadan hop avucumuzda kalır.”
— “Anası, babası özlemez mi onu ha Osman? Kötülük etmiş olmaz mıyız?”
— “Ben babalık ederim ki ona! Hem unutur bi süre sonra kuş bu ya! Beni baba bilir, koluma konar. Şehirden bi kutu çikolata alırım. Anama da ocak. Koluma doğruca konunca çikolata veririm, anam da menemen yapar. Hep beraber yeriz. Olmaz mı?”
Babası sigarasını ard arda nefeslerle çekti. Duman bırak dağılmayı, dört yanlarını sarar oldu. Çıtır çıtır etti de yere atıp söndürünce, etraf yeniden aydınlandı. Osman’ı hiç dinlememiş gibiydi. Hiçbir cevap vermedi. Yavaşça ayağa kalktı, Osman’ın elinden tutup evin yolunu tuttular.
Yenioba’nın yolları tozdan olur. Kenarlarına fırlamış çakıl taşları kıvrılarak köyü dolaşır. Osman da dönüş yolunda bir çakıl taşını seçer tekmeleye tekmeleye bir topçu gibi evin önüne kadar sürer. Sıcak akşamlarda evlerin avlularından çocuk ağlamaları, radyo sesleri, çatal bıçak sesleri, kadın kahkahaları sokaklara taşar yol boyu eşlik eder.
Osman babasının elinden tutmuş taşını sürerken aklı hep Çelik Blek’te idi. İri kartalın kanatlarını düşünüyor, düşündükçe daha da fazla istiyordu. Babası sessiz başı önünde yolu ezberden yürüyordu. Babasının hızına yetişmek için Osman yer yer koşar adım ilerliyor, taşını ustalıkla uzak mesafelere atıyordu. Derken bir meşe ağacının dibinden bir gürültü duydu. O gürültü ki tıpkı bir kuş sesiydi.
—“Baba” dedi, “Gözünü seveyim dur! Vallaha da bu bi kartal sesi! Na şurada hemen dibimizde, ağacın dibinde! Yalvarırım bi koşu gidip bakayım. Belki bu Çelik Blek’tir.”
Babası derin bir nefes aldı. Yorgundu, açtı, uykusuzdu. Her an patlayacak gibi oldu ama Osman’ın mavi gözlerine bakınca siniri, açlığı, yorgunluğu silinip gidiverdi. Hiçbir şey demeden yavaşça Osman’ın elini çekiştirdiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Gerçekten de meşe ağacının dibinden acı bir kuş sesi geliyordu. Yaklaştıkça daha de belirginleşmeye başladı. Az daha ilerlediklerinde ağaç gövdesinin bitişiğinde bir kuş kanatlarını açmış avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
— “Yılan kartalı değil mi baba! Baba! Aynı yılan kartalı yemin ederim ki yılan kartalı. Ben seçemiyorum sen gördün mü? Hem de yavru daha sanırım değil mi baba! Kesin yılan kartalı bu! Çelik Blek geliyorum bekle beni!”
Ağacın gövdesinin dibinde kırık kanadı ile avazı çıktığı kadar bağıran bu kuş, yılan kartalı değildi. Herhangi bir kartal da değildi. Kahverengi kafası, kanatları ve krem rengi gövdesi ile minik bir akça cılıbıttı. Çelimsiz, çöp gibi bacakları açılmış, kanatları yana açılmış kendini olduğundan büyük gösterir gibi bir hali vardı.
— “Olmaz olsun!” Dedi Osman, “Bu ne çelimsiz bir kuş! Baba, bütün hayallerim suya düştü! Hani kartaldı bu? Bu çelimsiz bir kuş oysa ki! Bu büyüyünce kartal olur mu dersin? Olur gibi değil mi baba? Kesin olur! Kartallar da bebekken böyle gözükür belki?”
Babası hayır anlamında başını salladı.
— “Hepiciğine lanet o zaman!” Dedi Osman sinirle, “Hiç işim olmaz böylesi ile de! Yürü baba gidelim. Başka bir gün buluruz Çelik Blek’i.”
Babası eğilip kuşu nazikçe eline aldı. Kuş bağırmayı bırakmıştı. Gözlerini kapatmış adeta ölümüne boyun eğmişçesine bekliyordu.
— “Şuna bak Osman’ım” dedi, “Nasıl da minicik. Anası uçmayı öğretememiş belli ki.”
Osman hiç ilgilenmemişti, aksine sırtını onlara dönmüş omuzlarını silkerek hayal kırıklığını tepkiye dönüştürüyordu. Babası devam etti.
— “Bu bir kartal değil, he ya, değil sahiden. Ama cılıbıt da çok maharetlidir Osman’ım. Bi iyi ettik miydi, o da bize yoldaşlık etmez mi? Eder elbet. Hem önce küçük kuşu eğitmeden birden kartal eğitilir miymiş hiç? Haksız mıyım Osman’ım. Hele bunu iyi et de hakla, hemen bir yılan kartalı buluruz Allah’ın izniyle! Senin de takıldığın işe bak!”
Birden gözleri parlayıverdi Osman’ın. Bu fikir aklına öylesine yatmıştı ki hemencecik minik avuçlarına aldı kuşu.
— “Senin de adın Çelik Blek” dedi, “Hepinizin adı Çelik Blek işte. Sen hele bir benimle ters düş de göreyim seni. Ama korkma, ben seni iyi edeceğim. Uçacaksın, hop, koluma konacaksın. Sen yılan, sincap getirmezsin ama sen de solucan avlayıp getirirsin, ne yapalım!”
Avuçlarında minik cılıbıt ile evin yolunu tuttular. Ana, Osman’ı kapıda karşıladı. Yumuşacık kolları ile tuzlu bedenini sardı. Ekşi kokusu, anasının taze çiçek kokusunun arasında kayboldu.
— “Yavaş ana!” Dedi Osman, “Kuşu inciteceksin! Bak bu Çelik Blek. Kartal değil ha! Cılıbıt. Önce bunun hakkından geleyim de, bak gör nasıl yılan kartalı da eğitip avlanıyorum sen gör o vakit!”
Anası neredeyse Osman kadar sevindi. Akşam bakır tencerede menemen pişirdi onlara. Osman güzelce bir banyo yaptı. Kuşun kanadını güzelce sardılar. Kuş panikle hop ona hop buna kafasını atiklikle çeviriyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ona sundukları serin sudan kana kana içti, ıslatıp verdikleri ekmekten bir parça yedi. Gece vakti olunca Osman yatağında sabahın olmasını istiyordu. Sonra bir sabah daha, bir daha. Kuşu eğitip uzak diyarlardan ne bulsa getirsin istiyordu. Belki avlanmayı bırak, neler getirirdi kim bilir! Şehire uçar, çikolata getirirdi. Minikti ya, kimse görmeden alır gelirdi! Kim izini sürecek?
Birkaç hafta sonra minik cılıbıt -daha doğrusu Çelik Blek- iyi oldu. Küçük yükseltilerden, minik adımlarla uçmaya bile başladı. Birkaç güne Osman bir baktı ki Çelik Blek beklenmedik bir atiklik ile pır pır uçuyor bile! Evin içinde bir oraya bir buraya geziyordu Çelik Blek. Kuş hop orada, Osman peşinden oraya; kuş hop beriki yöne uçar, Osman oraya doğru koşturur. Sanki kendi de uçacakmış gibi evin içinde döner durur.
Çelik Blek iyicene uçmaya başlayınca, Osman sıradaki adım için hazırlıklara başladı. Kuşu özgürce salıyor, sonra elindeki susamla, ekmek kırıntısı ile omzuna çağırıyordu. Öylesine alışmıştı ki, aklında ne yılan kartalı vardı ne başka bir şey. Çelik Blek diyordu başka bir şey demiyordu.
İyiden iyice bağlandıkları vakit, Osman artık Çelik Blek ile avluda pratikler yapıyordu. Çelik Blek iyicene büyümüş, Osman’ın omzunda görünür olmuştu.
—“Aslanım Çelik Blek” diyordu Osman, “Uç da bana güzelliği getir.”
Omzunu hafif sallayınca Çelik Blek atılıyor, bir ağaç dalına konuyor, soluklanıyor, tekrardan omzuna geliyordu.
Osman ile Çelik Blek, yani ayrılmaz ikili, sonbahar yağmurları gelmeden ağaçlardan son mahsulleri yemek için Yenioba’nın dut ağaçlarına doğru yola çıktılar. Toz yollarda Osman çakıl taşını sürerken Çelik Blek, hop uçup etrafı kolaçan ediyor, Osman’ın omzuna konuveriyordu. Böyle böyle ağaçlık alana değin şen şakrar devam ettiler.
Yenioba’nın dutları pek tatlı olur. Olgunlaştıkları vakit, sulu sulu, bal gibi dutları köyün çocukları bir bir ağaçtan toplar güzelce midelerine indirirler. Her çocuğun bir favori ağacı olur. Tabii Osman’ın da favori bir ağacı vardı. Seke seke ağacına doğru giderken boyuna Çelik Blek’i övüyordu.
— “Bin kartala değişmem seni Çelik Blek! Sen bir gün dayımın resimli kitaplarındaki Teksas’a kadar uçacaksın! Uçmazsan da darılırım sana!” Kuşların dilinden de anlamam ama, neredeyse eminim ki Çelik Blek de Osman’ı onaylıyordu.
Ağacın gölgesinde bir süre oturduktan sonra, Osman ve Çelik Blek ustaca ağacın dalına tırmanıp iki cebe dolacak kadar dut topladılar. Sonra da aşağı inip güzelce dutları mideye indirdiler. Osman Çelik Blek’in gagasına doğru dutları tutup en yakın arkadaşını besliyordu.
İyicene mideleri doldurduktan sonra, akşamın olmasına beş kala, Osman eve dönmeden önce, iyicene keyiflendi ve omzunu silkip
— “Uç be Çelik Blek” dedi, “Eve dönmeden gör bu ağaçları, taze dutları. Sonra gel de eve gidelim senle.”
Kuş ansızın, sanki anlamış gibi havalanıverdi. Hemen üstte bir dala tutundu, güzelcene şakıdı. Osman keyife geldi. Çelik Blek ne de güzel sese sahipti!
— “Öt be!” Dedi, “Ta karşıki köyler duysun! O sığır Selim duysun. Onda var mıdır böylesi! Nah vardır!”
Çelik Blek daha da yüksek öttü sanki anlarmış gibi.
Bir miktar sessizlik olduktan sonra birkaç kuş daha ötmeye başladı. Çelik Blek birden başını o yöne çevirdi. Ortalık birden buz kesti. Osman yattığı ağaç gövdesinden dikildi.
— “Aman” dedi, “Çelik Blek, bunlar sahteden arkadaşlar ha! Sakın yanlış anlamayasın.”
Kuş hiç Osman’ı dinlemiyordu. Bir kez daha öttü. Bir dal yukarı uçtu.
— “Çelik Blek!” Dedi Osman, “Buradayım. Buraya gel!”
Ama kuşta hiçbir hareket yoktu. Sadece diğer kuşların çağrılarına cevap veriyordu.
—“Seni aptal kuş!” dedi Osman, “Ne çabuk unuttun sen beni! Şimdi seni eskiden olduğu gibi avucumun içine alayım da sen gör!”
Şortunu sıvayıp ağaca tırmanmaya başladı. İlk dala geldiğinde Çelik Blek ikinci dalda, diğer kuşlara ötüyordu. Osman minik bir çabayla ikinci dala uzanıp elini uzattığında kuş birden üçüncü dala doğru minik bir manevra ile ilerledi. Osman daha da sinirlendi. Hızlıca üçüncü dala doğru tırmandı. Ama nafile. Kuş hızlıca dördüncü ve gittikçe incelen dala uçuverdi.
—“Benim adım Osman ise ben de seni haklayacağım seni aptal!” Dedi Osman. Ve tırmanmaya devam etti.
Bu kovalamaca on dakika kadar bir aşağı bir yukarı devam etti. Dallar çıtırdıyor, kuş bir aşağı bir yukarı dala sekiyordu. Git gide daha kuvvetli ötmeye başladı. Osman iyice yorulmuş ve sinirlenmişti. Boyuna sövüyor, kuşa hakaretler ediyordu. Bir miktar dinlendikten sonra tekrardan hamle etmeye niyetlendi ki, yakınlarda bir ağaçtan korkunç bir hışırtı ile onlarca, yüzlerce akça cılıbıt göğe yükseldi. Vakit gelmişti. Tüm akça cılıbıtlar sıradaki evlerine göç etmek üzeriydiler.
Osman olacakları biliyordu. Çelik Blek de biliyordu. İkisi de hiçbir şey söylemedi. Diğer akça cılıbıtlar tepelerinden geçerken Osman acı bir kesinlik ile biliyordu. Çelik Blek minik bir ötme ile başını göğe çevirdi. Son kez Osman’a baktı, kanatlarını çırpıverdi. Osman son bir çare ile en yakın arkadaşını kaybetmemek için, ona doğru atılıp Çelik Blek’i yakalamak istedi. Ama avuçları bomboştu. Beceriksiz hamlesinin ardından dengesini iyiden kaybedip diğer dallara tutunmaya çalıştı, ama nafile. İnce dallar, bir çatırtı ile Osman’ın altından çekildiler.
Osman yere öylesine düşmüştü ki derinden bir gümbürtü koptu. Yenioba’nın nemli, kara toprağı var gücüyle dövmüştü Osman’ı. Ayaklarında korkunç bir acı ile yüzüstü kalıverdi düştüğü yerde. Göğüs kafesi ta yüreğine saplanmıştı sanki. Başı bir kuş kadar hafifti, dönüyordu. Midesi allak bullak olmuştu. Akşam yıldızları göğe tek tek dizilmişti. Osman yerde, kıpırtısız öylece duruyordu.
Akşam vakti olup da eve gelmeyince, aramaya çıkıp da öyle buldular Osman’ı dut ağacının dibinde. Rengi solmuş, acı içinde inliyordu. Babası hemen sırtına alıp eve götürdü. Baktılar ki bu yara mühim bir yaradır, doğruca hastane yolunu tutmak için hazırlanmaya başladılar.
— “Ana” dedi, “Çelik Blek beni neden bıraktı? Hiç anlamadım ki ben ona bir kötülük mü ettim?”
— “Sen hiç kötülük eder misin yavrum benim? Etmedin elbet.”
Anası ağlıyordu. Osman’ın rengi bir kül gibiydi. Göğsü yer yer morarmış, artık karaya çalıyordu.
— “Amma güzel kanatları vardı ana, öyle güzel sesi vardı. Görecektin sen Çelik Blek’i. Vallahi bin tane kartala değişmem! Ama ne vardı gitmeseydi? Sahi, bu kuşlar nereye gidiyor ki ana? Analarına mı dönüyorlar?”
— “He ya. Soğuklar gelmeden, analarına koşuyor hep o kuşlar Osman’ım.”
— “O zaman ben hiç kızmadım Çelik Blek’e ana. Nasıl kızayım? Ben nasıl sana dönüyorsam, o da anasına dönsün elbet.”
Osman soluk yüzüyle acısını yuta yuta tavanı izliyordu. Yüzü acıdan buruş buruş olmuştu. Göğsündeki acı git gide artıyordu sanki.
— “Ana” dedi, “Ben Çelik Blek’e istemeden bir kötülük mü ettim yoksa?”
Anası ağlıyordu. Osman’ın ne çektiği acıya çare olabiliyor, ne de elinden başka bir şey geliyordu. Sessizce ağlayıp Osman’ın saçlarını okşayabiliyordu sadece.
— “Olur mu hiç Osman’ım, aslanım, yavrum benim.” Dedi, “Sen olmasaydın o ağacın dibinde yiter giderdi. Sen onu anasına kavuşturdun, iyi ettin yavrum.”
— “Keşke gitmeseydi be ana. Nasıl özledim onu bir bilsen! Hani böyle omzuma konardı. Ekmek verirdim ona, nasıl güzel bir kuştu Çelik Blek, ah be!”
Derin bir iç çekti. Altın rengi saçlarının düştüğü alnı terliyordu.
— “Ana”
— “De yavrum.”
— “Ana kış ne kadar erken geldi böyle. Yüreğim bile buz kesti. Çok soğuk. Üşüyorum.”
Anası bir kat daha yorgan attı üstüne. Ama nafile. İçinden, ta derinlerden üşüyordu halbuki.
— “Ana!”
— “Söyle, aslan parçam, söyle!”
— “Geri gelecek!”
— “Gelecek yavrum, gelecek, bak gör.”
— “Belki de Teksas’a gitmiştir. Kızılderililerle savaşmaya.”
— “Gelecek, gelecek yavrum.”
— “Ana ben artık kartal istemiyorum, ben sadece Çelik Blek’i istiyorum.”
— “Gelecek, gelecek evladım.”
— “Bir iyi oldum mu, hep bekleyeceğim onu. Gelecek çünkü!”
— “Gelmez olur mu hiç!”
— “Ana, çok soğuk, titremiyorum ama. İçim üşüyor. Gözlerime sankim taş bağlamışlar. Ben bir uyuyayım, uyanayım da. Bakarsın Çelik Blek de gelmiş olur he? Öyle bir sarılırım ki ona… Ana üşüsem de öyle çok değil korkma, kış erkenden geliverdi. Allah’ın işi! Yalnız çok yoruldum ana, nasıl bir aşağı bir yukarı kovaladım bir bilsen namussuzu!”
Osman acısını unutarak, söylediği kelimeler bir bir sessizleşerek gözlerini yumuverdi. Ay parlak bir top gibi pencerenin dışında anayla oğlu izliyordu. Cırcır böcekleri durmaksızın ötüyor, son kalan kuşlar da karanlık gökte, uzaklarda, göç yollarına gidiyorlardı. Osman’ın minik göğsü hızlı hızlı inip kalkıyor, gözleri kapalı ara sıra anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu. Sonra eli omzuna doğru gidiyor, boşluğu yokluyordu. Bu bir süre devam etti. Yenioba’nın berrak göğüne bir bulut sokuldu. Yekpare parlayan ayın önüne geçti ve her yer karanlık oldu. Minik göğsü artık inip kalkmıyor, eli omzuna gitmiyordu. O gece Yenioba’nın berrak göğü kapandı, adeta bir hapishane oldu.
Yenioba’nın toprağı nemlidir, karadır. Ne ekerseniz yetişir, lezzetine doyum olmaz. Her şeyin büyüğü, güzeli filizlenir. Bu nemli kara toprak artık daha da zengindir. Çelik Blek’ini Teksas’a yolcu etmiş bir Osman da vardır içinde, üzerine çömelip sigarasını yakmış babası da vardır, pamuk gibi göğsüne alamadığı evladının hasretiyle geceleri sessizce ağlayan anası da vardır. Göçmen kuşlar gelir, suyundan içer, gübreler bu kara toprağı. Ve sonra da uçar ta Teksas’a kadar giderler bir sonraki sene tekrardan gelmek için.