2
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
187
Okunma
Saat geçmek bilmiyor. Yakışıklı yüzü kapıdan ne zaman görünüp de akışı devam ettirecek önceki gibi?.. Saniyeleri çekiştirecek önceki hızlarına kavuşturmak için..? Çünkü ilerlermiyorlar şu anda, çok tuhaf bir şekilde… Bana saatler gibi gelen bir sürede onlar ancak iki dakikayı zar zor dolduruyorlar.
Kafe gitgide daha da havasızlaşıyor. Masaları dolduran çiftlerin yüzlerini yalayan esinti benim masama uğramıyor nedense. Birbirlerine üfleyip duruyorlar sürekli bir rüzgârı… Aşkla sarıp sarmaladıkları ruhlarını gönderiyorlar onunla.
Benim rüzgârım girmedi kapıdan henüz. Kim bilir nerelerde esiyor?.. Kimin yüzünü yalıyor tatlı tatlı dokunuşlarıyla..?
Yine kurmaya başladım. Nereden çıkardım ki şimdi, başka birini?! Gecikmiş olmasına neden olacak başka bir şey olamaz mı yani? Yardımına ihtiyaç duyan biri… Ya da ayağı yaralı minicik bir kedi belki… Trafikte aksamaya yol açan bir durum… Düşününce o kadar çok seçenek var ki!
Telefon açamaz mıydı peki? Cep telefonu denen alet ortaya çıkmadan önce; randevuya geç kalmak çok daha anlayışla karşılanabilecek bir şeydi. “Nereden telefon bulup da bana haber versin ki” sorusu şimşekleri kovmaya yeterdi bakışlardan. Ama lanet olsun işte, o aleti icat etmişti birileri: Çok ölümcül bir durum olmadıktan sonra; birkaç tuşa basıp neden gelmediğin hakkında bilgi vermemenin nasıl bir açıklaması olabilirdi ki!
“Şarjım bitti” diyebilirdi tabii, söz konusu şahıs; -hâlâ küçücük de olsa dürüst bir parçası kaldıysa- sözünü yalanlayan güçsüz bir sesle…
Ama hoşlandığın biriyle buluşacağını bilerek, telefonun şarjını önceden kontrol etme gereği duymuyorsan bu da başlı başına başka bir soruna işaretti zaten.
İyi de, gerçekten önemli bir sorun olduysa peki?! Çünkü onu affetmemi sağlayacak tek seçenek; telefonla aramasını bile engelleyecek ölçüde hayati bir durumun vuku bulması…
Parmağına diken batmasına bile kıyamazken neler düşünüyorum şimdi böyle?! Yaşamımdan onu kovmamak için canının yanmasını şart koşuyorum. Tamam, sözümü geri alıyorum. Gelsin ya da gelmesin; bir noktada konuşmaya fırsat bulduğumuzda kendini ifade etme şansı vereceğim ona. Hayatımda bir yeri olup olmaması söyleyeceklerinin; gelmemesini ne oranda haklı çıkaracağına bağlı olarak değişecek tabii. Sözcükleri kadar bedeninin, yüzünün fısıldadıkları da kararımda rol oynayacak.
İki masa ötemde oturan çiftin; aralarındaki şeye dair fısıldadıkları gibi mesela… Orada olmaktan ne kadar memnun olup olmadıkları… Adamın çoktan ötelere uçmuş yanının yüzünde açtığı o koca gedik… Ve ona ikide bir takılıp düşen kadının gözlerindeki; o çukuru önceden dolduran şeye dair duyduğu derin özlem…
Nerede kaybetti ikisi onu kim bilir?! Adamın uzaklardaki yanını küstüren ne olabilir ki? Ya da küslük falan değil de başka bir şey mi bu uzaklığı yaratan?.. Özür dilemekle, gönül almakla telafi edilemeyecek kadar çetrefil bir durum..? Bir yıpranma mı söz konusu yoksa? Kadının yorgun gözlerinde ifade bulan bir durum..?
Kafede çoğunluğu gençler (genelde de aşık çiftler) oluşturduğu için; burada en az rastlanan şeyin yorgunluk olması onu çok daha görünür kılıyor tabii. Sürekli bir devinim hâlindeki bedenler arasında ‘o ikisi’ saatlerce süren bir koşudan yeni çıkmış da yığılıp kalmış gibi orada öyle put misali, hareketsiz otururken; genç sevgililere ilerledikleri yolun çok daha ileri bir noktasında karşılacakları o insanı -yani gelecekteki kendilerini- gösteriyorlar sanki… “Siz de yorulacaksınız bir gün” der gibi manidar gülüşler gönderiyorlar onlara.
Bu yeni başladığın bir kitabı okumaya daha fırsat bulamadan, birdenbire sonunu öğrenmek gibi bir şey… “Neden okuyayım ki sonu baştan belliyse?” diyorsun. “Ama kalın bir kitapsa ya bu?!” diyor bir yanın… “O sona varana kadar yaşanacakları daha bilmiyorsun ki! Ya bu yorgunluğa değecek kadar dolu dolu, güzel bir yolculuk olacaksa bu?”
Birden kapıda belirdi sevgilim… Neredeyse alışmaya başlamıştım bu bekleme hâline… O yüzden önceki sabırsızlığımdan eser kalmamıştı. O telaşla masaya gelip yüzümde öfke ya da sitem türünden bir duygu ararken, onlar yerine büyük bir kayıtsızlıkla karşılaşınca girişeceği uzun açıklamayı bir yana bırakıp neler döndüğünü anlamak üzere apar topar karşıma oturdu ve “Merhaba!” dedi geldiğini fark ettiğimden emin değilmişçesine… “Ben geldim, görmüyor musun?” der gibi bir ifade vardı sesinde.
“Çok geç kaldım, özür dilerim. Ama yolda gelirken…”
Söyledikleriyle yeterince ilgilenmediğimi düşünmüş olacak ki “Bir şey mi var?!” dedi. “Eğer geç kalmamla ilgiliyse açıklayabilirim. Arkadaşıma rastladım. Çok berbat bir durumdaydı. Ailesiyle tartışmış, babası evden kovmuş. Beş kuruşsuz ortada kalmış. Onu öyle bırakamazdım.”
Ona karşılık verecektim ki kadın masadan kalktı birden. Karşısındaki o eksik gedik yüzü önceki bütüne kavuşturmaya çalışmaktan bıkmış olmalıydı. Belki kendisi olmazsa o adam uçup gittiği yerden geri çağırırdı eksik yanını… Ayrıca kendisi de bu kadar yorgun hissetmezdi belki, çoktan sona gelmiş bir hikâyeyi nafile yere uzatıp durmayı bırakınca.
Belki de yanılıyordum: Kadın öylesine çıkmıştı kapıdan. Bir işi vardı, geçici olarak ayrılmıştı adamdan… Ama öyle olsaydı da bu bir şey değiştirmiyordu ki! Hikâyeleri bitmişti sonuçta. O gittikten sonra adam bir çay daha söylemişti. Önündeki bardak doluya yakındı oysa… Ama dakikalardır ancak birkaç yudum içtiğinden buz gibi olmuştu muhtemelen. Garson soğumuş çay dolu bardağı alıp yerine sıcacık dumanlar tüten çay bardağını koydu. Keyifli keyifli yudumlamaya başladı adam. Sanki kadının hayatından gidişini anlatan bir resim çiziyordu. Her şeyin gerçek rengine ve tadına vardığı…
Sedat, arkadaşına kendi evinin anahtarını verdiğinden söz ediyordu. “Adresi verdim, taksiye bindirip yolladım sonra. Artık gerisini daha sonra düşünürüz. Çocukluk arkadaşım sonuçta… Ne anılarım var onunla! Ortada bırakamazdım onu.”
Tam “Neden aramadın peki?!” diyecektim ki, ben sormadan O cevabını verdi.
“Kusura bakma, o hengamede telefon edemedim. O taksiye binip gittikten sonra arayacaktım aslında. Ama zaten kafeye birkaç adım uzakta olduğumdan ‘yüz yüze durumu açıklarım nasılsa’ diye düşündüm.”
Benim de çayım soğumuştu onu beklerken. Garsona işaret ettim, kendime bir çay söyledim. O da kahve istedi. Ağzımın tadı yerine gelmişti. Gerek sözcükleri, gerek gözleriyle bana söyledikleri fazlasıyla yetmişti çünkü, gecikmesi konusunda haklı nedenleri olduğuna inanmama.
Ayrıca gözlerindeki parıltıya bakılırsa; hikâyemizin bitmesine de vardı daha. Keyifle çayımı yudumlayabilirdim yani.
5.0
100% (2)