2
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
483
Okunma
...Iraz’ın Çocukluğu ve Kadere Yazılan İlk Satır
İnsanoğlunun bazı kaderleri vardır; doğarken alnına yazılmaz, ama gözlerinde hep bir gölgeyle yürür. Iraz işte o gölgeli gözlerle büyüdü. Yozgat’ın kurak bozkırında, yağmur duası gibi beklenirdi mutlu bir haber… Ama onların evine ne bayram erken gelirdi, ne de kuşlar konardı pencerelerine.
Iraz, ince telli saçlarını hep örerdi. Her sabah, bir umutla düğümlerdi çocukluğunu. Ellerinin tersiyle silerdi toprağa düşen hayallerini. Ablaları çeyiz işlerken, o kırkyama yorgan gibi hayata yama olmaya hazırlanırdı. Kimseler bilmezdi ama Iraz, tütün sararken yıldızları sayar, taş fırının başında ekmek açarken kendi öyküsünü yoğururdu.
Köyde kızlar erken büyürdü. Erkek çocuklarına kamçı, kızlara kına yakılırdı. Babası, Iraz’ın gözlerine hiç bakmazdı; çünkü bir baba, kızının kaderini elleriyle çizdiğinde gözlerine bakamaz. Anası sessizdi. Çeyiz sandığının başında, her nakışta biraz daha susardı. Ne çok şey anlatırdı o sessizlik… Ne çok acı sığardı bir kadının suskunluğuna.
Ve bir gün, 13 yaşındaki Iraz, yazlık yoğurt tenekesinden su içerken öğrendi nişanlandığını. Üstelik “görmeden sev” denilen cinsten bir evlilikti bu. Komşunun oğlu Ali, askere gitmeden evlenmek istiyormuş. Hem de 20 yaşında, yedi yaş büyük. “İyi çocuktur, huyu suyu bellidir” dediler. Ne huy gördü Iraz, ne de suyu. Ama çilesine dua gibi eğildi. Çünkü başka duası kalmamıştı.
O gece yıldızlar yere biraz daha yakın düştü. Ay, Iraz’ın kirpiklerine kondu. Ve o, geceyi öylece uyuyamadan geçirdi. Göğsünde çarpan kalbi değildi sanki; bir tren rayıydı, üzerine gelen geleceği taşıyan. Çocukluğu, kapı eşiğinde çeyizlik bohçaya sarıldı ve sustu.
Iraz ile Ali’nin İlk Yılları
Aşkın Gölgesi, Sükûnetin Sesi
Gelin geldiği gün, Iraz’ın saçları iki örük, alnında tülbenti, gözlerinde bir bilinmez vardı. Ama bilmediği şey, Ali’nin yüreğinde kopan sevda fırtınasıydı. Ali, sessizce severdi. Erkeklerin “seni seviyorum” demesinin ayıp sayıldığı bir köyde, Iraz’a gözleriyle dokunurdu. Her bakış, bir ömürlük sözdü onun dilinde.
Iraz, yeni evinde beklediği taş duvarlara çarpmadı. Aksine, Ali’nin nazlı sesiyle örülmüş bir sıcaklık karşıladı onu. Kaynanası, kayınpederi... Onlar bile Ali’nin gözünde ışıldayan Iraz’a seslerini yükseltmeye kıyamadılar. Çünkü Ali’nin sevdası, evi sıcacık bir kış sobası gibi ısıtıyordu. O evde bağırmak, ocaktaki çorbanın tuzunu kaçırmak gibiydi; kimse yeltenmedi.
Ali, Iraz’a dokunurken utanırdı; ama her sabah erkenden kalkıp tandırın başında pişirdiği ekmekle kahvaltı sofrasını kurarken, o ekmeklere sevgisini katardı. “Iraz, ben yoğurdum ekmeğime seni” der gibi.
Iraz, sevdayı ilk kez Ali’nin bakışında tanıdı. Yedi yaş büyük olmasına rağmen çocuk gibi heyecanlanan bu adam, ömrünü onun kalbine sermişti sanki. Bir akşamüstü, ayın ışığı avlunun taşlarına vururken Ali, sessizce yanaştı yanına. Elini tuttu. Iraz’ın yüreği küt dedi. Ali usulca fısıldadı:
“Ben seni ilk gördüğümde, ömrümün geri kalanı gözlerimin önünden geçti Iraz. O da seninle geçti…”
O andan sonra dünya biraz daha yavaş döndü. Her şey biraz daha anlamlı oldu. Iraz’ın içinde yıllardır kilitli duran çiçekler bir bir açtı. Sevilmek... Ah, o ne büyük şifaydı. Hele ki çocuk kalbinde büyüyen kadının, ilk kez sarıldığı sevgide kendini bulması… İşte o mucizeydi.
Ve sonra bir sabah, Ali evden ayrılırken cebinden küçük bir tahta boncuk çıkardı.
“Bunu askerde cebimde taşıyacağım, senin gözün gibi. Ben dönerim Iraz. Dönerken de iki gözüm bir ceylan getireceğim sana, Elif’imizi…”
O sabah, Iraz uzun uzun izledi onu. Elleriyle yaptığı ceviz içli çörekleri, çantasına sıkıştırdı. Gözyaşı dökmedi. Çünkü dönerdi Ali… Dönerdi değil mi?
Fakat gökyüzü bazen sabrın bile sınırını zorlar.
Askerlik, Hasret ve Veda
Taşların Sessizliği
Ali askere giderken, bahar daha yeni adım atmıştı köye. Toprak uyanıyor, badem dalları nazlı nazlı gülümsüyordu. Ama Iraz’ın içinde kış henüz çekilmemişti. Ali’nin vedası, gözyaşıyla değil, umutla yapılmalıydı, diye düşündü. Bu yüzden ağlamadı.
Ama Ali, Iraz’ın gözlerinin içinden taşan vedayı gördü. O gün, ilk defa doya doya sarıldılar. Kadınca, erkekçe değil... İnsan gibi, yürek gibi, sanki ömrü sararcasına…
Ali’nin son bakışı, toprağa emanet bırakılan bir yemin gibiydi.
"Döneceğim Iraz. Hem de sadece ben değil, bize dair her şeyi getirerek..."
Ve gitti.
Gittiği yerde toprak yabancıydı, su bile buruk akardı. Ali, her akşam kışlada dua ederken bir ibrik Iraz’ın saçlarından süzülürdü düşlerine. Onun yanakları değse, çürük portakallar bile çiçek açardı sanırdı. Sevda böyle bir şeydi işte. Uzaklık, sadece kilometreydi; gönül aynı damarın içindeydi hâlâ.
Ayda bir gelen mektup, Iraz’ın yüreğinde bayram olurdu.
"Iraz, adını her sabah nöbet çizelgesine yazar gibiyim. Seni düşünmeden tek nöbet geçmiyor. Elim tüfeğimde, aklım saçlarında..."
Iraz mektubu öper, sonra yastığının altına koyardı. Geceleri Ali’nin sesiyle uyurdu. O mektup sadece bir kâğıt değildi; evin direği, kadının dayanma sebebiydi.
Ama...
Bir gün geldi.
O kara haber geldi.
Ali kışlada geçirdiği kazada başından yaralanmıştı. Hafızası bulanık, sağ bacağı tutmaz olmuştu. Artık o yiğit yürüyemeyecek, konuştuğunda cümleler tırtıklı çıkacaktı. Köye, gözleri nemli bir asker arkadaşı getirdi onu. Ali artık başka bir Ali’ydi. Ama Iraz için ne fark ederdi? Sevda eksilir miydi? Hayır.
Iraz kollarını açtı.
"Geri döndün ya Ali, eksik ne? Fazlam sensin benim."
Ama ne yazık ki köy eksilmişti. Aynı bakmıyordu insanlar. Aynı duymuyordu.
Ali için üzülüyor, Iraz içinse imalı bakışlarla “çileye düştü” diyorlardı.
Ve asıl çile daha başlamamıştı…
Çünkü anası, yataktan düşmeyen kadının dili, ocağın altını değil, Iraz’ın yüreğini yakacaktı artık.
Devam edecek...
Peri Feride Özbilge
21.04.2025