7
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
357
Okunma

...
O, hayatı sırtında taşıyanlardan.
İki ökçe arasında kıvrılan taşlı yollar,
yamalı önlükler, ateşi köz tutmuş çaydanlıklar gördü.
Kocası köyde traktörün altında kaldığında
beş çocukla kaldı bir başına.
Birini sırtına sardı, diğerlerinin elini tuttu,
ve yürüdü…
Yalınayak değil, ama yüreği çıplaktı.
Köyden şehre inen o yokuş, sadece bir yol değildi onun için.
Yokuş aşağıydı ama o hiç eğilmedi.
Omurgasını bir kere kırmadı,
hiçbir zengine “çocuklarım aç” demedi.
Sabahları cam silip, öğlenleri merdiven yıkayıp
akşamları bulaşık teli gibi dağılsa da
çocuklarının önünde dimdik durdu.
“Anne açım” diyen çocuğa,
“Ye yavrum, ben doydum zaten” demek için
bir kadının ne kadar güçlü olması gerektiğini bilirdi.
Yıllar geçti.
Ev aldı, borcunu tek başına ödedi. Çocuklar büyüdü, biri doktor, biri mühendis oldu.Biri yurt dışına gitti, biri evlendi,biri ise hiç aramadı.
Ama o her gece hepsinin duasını okudu. Ne küstü, ne sitem etti.
Sonra bir sabah…Bir minibüs yanaştı kapıya. Elinden bastonunu aldılar,fotoğraflarını kartona sardılar. “Sen dinlen anne” dediler. Oysa o yorgun değildi.Sadece bir kere bile “Anne ne istersin?” deseler,Dünyanın yükünü yine sırtlamaya hazırdı.
Huzurevinde ilk gece,en çok balkonsuzluğa ağladı.
Çünkü omurgası balkonda, sardunyaların arasındaydı.Herkes “Artık rahat etsin” dedi.Oysa o rahatlığı, çocuklarının sesinde, bir torunun kokusunda, bir çayın buğusunda arıyordu.
...
Torununun Kalbinden Bir Mektup döküldü göğsü daralarak.
Benim ninem Zehra Ana bir masal kadınıydı.
Ama anlattığı masalların sonunda hiçbir zaman prenses yoktu.
Hep çalışkan bir kadın vardı.
Sırtında odun, kolunda file, yüreğinde çocuklar.
Ben o masalları dinlerken,
ninemin ellerine bakardım.
Çatlamış, nasırlı, ama sıcacık…
Bir çorba karıştırırken bile dua okurdu içine.
"İçin ısınsın, yüreğin doysun" derdi.
Benim ninemin omurgası,
sadece belinde dik durmazdı,
o omurga evin direğiydi,
yıkılmayan bir kale gibi.
Ben büyürken annem işe giderdi.
Beni okuldan o alırdı.
Bir defter eksikse bulurdu,
ayakkabım delikse yün örerdi altına.
Ne zaman sarılsam,
turunç çiçeği gibi kokardı.
Ama en çok da “kimseye yük olmayın” diye öğüt verirdi.
Büyüdüm, üniversiteye gittim.
Bayramda onu ziyarete geldiğimde
kapıda değil, pencere kenarındaki huzurevi odasında buldum onu.
Göz göze geldik, sustu.
O gözlerde hiç sitem yoktu,
ama “neden?” diye soran bir çocuk vardı hâlâ.
“Nine” dedim,
“Sen bizim evin direğiydin, seni nasıl olur da dışarı koyduk biz?”
Başını eğmedi.
Zehra Ana eğilir mi?
“Elbet herkesin yolu ayrıdır yavrum,” dedi,
ama sesinde bir yolun bitişi vardı.
Sonra yavaşça sardunyaları sordu.
“Sen onları suladın mı?” dedi.
Omurga kırılmamıştı,
ama bir parçası özlemle eğilmişti artık.
Benim ninem Zehra Ana’ydı.
İsmi Zehra, kendisi çınardı.
Ve ben şimdi her şeyden önce
onun duasıyla ayakta duruyorum.
Omurgayı ondan öğrendim.
Ve yemin ettim,
bir gün benim çocuğum olursa,
ona onun anlattığı masalları anlatacağım.
...
Zehra Ana hâlâ yaşıyor. Beden değil, ama omurga hâlâ dimdik. Bir gün o huzurevinde bir çocuk elini tutacak ve “Senin adını bir yazıda okudum,” diyecek. İşte o zaman içi ısınacak. Çünkü Zehra Ana’nın omurgası, bir yazının ortasında hâlâ ayakta duracak.
Peri Feride ÖZBİLGE
13.04.2025