0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
242
Okunma
BABAM ÖLELİ ÇOK OLDU
...Babam bu salonda öldü. Gecenin zifiri karanlığının dağılıp aydınlığa dönüşmeye başladığı, tan yerinin ağardığı, seher vakti denen o zaman aralığında, uykusunda vefat etti...Ne zaman mı?...
...2014 yılı yazının hemen başında, Haziran ayında; hem Haziran ayının hem de haftanın ikinci gününde...Öldü...
...Gel gelelim, benim babam çok daha önce, tam otuz yıl önce ölmüştü. Yıl 1984’tü. George Orwell’in değil, benim 1984’üm. 9 yaşımın 84’ü. O vakitler babamla her gece Büyük Oda olarak isimlendire geldiğimiz, bahçeye bakan salonumuzda, 1983 model ve türünün ilk örneği renkli televizyonumuzda tek kanallı televizyonu seyrederdik...
...Bir gece vakti televizyonda korku filmi vardı. Babamla izliyorduk. O, o günün yorgunluğundan olacak, göz kapaklarının baskısına dayanamayarak uyuya kaldı. Ben tek kaldım. Korka korka, titreye titreye filmi izlemeye devam ettim. Ve hep bir yandan göz ucuyla uyumasını izlediğim babamın uyanmasını çocuk kalbimle temenni ediyordum...
...Ne var ki, nafile! Uyanmadı babam. Yoksa babam ölmüş müydü? Uyku için de küçük ölüm demezler miydi? Ölümdü bu; küçüğü-büyüğü olmazdı. Babam uyurken çok horlardı. Şimdi ben de horluyorum. Horlaya horlaya öldü babam. Kim bilir, belki ben de bir gün horlaya horlaya öleceğim...
...Benim babam aynı zamanda çok öfkeli, asabi bir insandı. Ben de öyleyim. Öfkeli, kendisiyle ve çevresiyle kavgalı insanların geceleri çok horladıklarına inanırım. Bu asabi insanlar, yatma vakti gelince bile kendileriyle ve etraflarıyla kavgalarını bitiremiyor olmalılar ki, uyurken de horul horul, sanki kavga eder gibi uyurlar...
...Peki ya kaplumbağalar? Onlar da horlarlar mı uyurken? Sanmam. Kaplumbağalar sessiz, sakin, kendi halinde canlılardır. Geceleri horlamazlar. Olsa olsa mırıldanırlar. Mırıl mırıl mırıldanırlar...
...Şimdi nereden aklıma geldi kaplumbağalar? Durup dururken kaplumbağadan söz açmak da nereden çıktı? Çok uzun zaman önce, babamın ölümünden tam 26 sene önce görmüş olduğum bir kaplumbağayı hatırladım da ondan...
...1984 senesinin üzerinden dört koca yıl geçmiş ve 1988 senesine erişmiştik. Şimdi 1988 senesinin Haziran ayının ikinci yarısındaydık. Artık 13 yaşındaydım ve çok değil üç ay sonra Eylülde Ortaokul üçüncü sınıfa, o zamanki tabirle orta sona devam edecektim. Bugün artık olmayan Kavacık Ortaokulu’nun yolunu tutacaktım yine...
...Güpgüzel bir Haziran günü, tarihler 18 Haziran 1988 Cumartesi gününü gösterirken çok yakın bir akraba büyüğüm ve onun akranım olan oğluyla yürüyerek kırlara açılmaya karar verdik. Kavacık’ın ardında kalan mahallemizin, yani Rüzgarlı Bahçenin meşhur çayırından, o harikulade bir bitki örtüsüyle çepeçevre sarılmış ormandan geçerken sık otların arasında bir kaplumbağanın ağır ağır yol almaya çalıştığını fark ettik. Bir müddet onu hayran hayran seyre daldık...
...Esasen, o vakitler bu hiç de şaşılacak bir hadise değildi. Beş-on karış yeşilin bulunduğu her yerde bir kaplumbağaya tesadüf etme ihtimaliniz mevcuttu...
...Sonra, kaplumbağadan ayrıldık ve dereye indik. Derede doya doya yüzdük. Birşeyler atıştırdık. Ormanın eşsiz sükunetinde dinlendik ve ardından eve döndük. Akşam, beş sene önce kurulmuş olduğu televizyon sehpasını, artık alt sırasına yerleşmiş şık bir videoyla birlikte paylaşan renkli televizyonumuzda Özal’a yönelik suikast girişimini seyrettik. O esnada kürsüde konuşmakta olan Özal’a birşey olmamış, sadece bir mermi parmağını sıyırıp geçmişti...
...Özal’ın sarılı koluyla yeniden kürsüye çıkıp ’Allah’ın verdiği canı onun izninden başka alacak yoktur’ diye haykırışı günlerce kulaklarımızda çınlayıp durdu...
...Bugünden tam otuz yedi sene önce görmüş olduğum kaplumbağa, eğer başına bir kaza gelmediyse, hâlâ yaşıyor olsa gerek. Çünkü bildiğim kadarıyla kaplumbağalar çok uzun ömürlü hayvanlar. Yalnız merak ettiğim husus şu: Acaba bu kalabalıkta, bu kargaşada, bina, beton, araba, insan keşmekeşinde kendine bir yaşam alanı bulabilmiş midir? Kim bilir, belki de daha yukarılara, Çavuşbaşı, Polonezköy ormanlarına falan sığınmıştır...
...O tarihlerde cep telefonu gibi uzak-iletişim harikaları bulunmadığından bizim sığınmacı kaplumbağanın bir fotoğrafını çekmek doğal olarak mümkün olmadı. Zaten, seksenli yıllarda bir avuç meraklı dışında pek fotoğraf çeken de yoktu. Hem zahmetli, hem de masraflı bir uğraştı bu. Cep telefonları, dijital makineler hayatımıza girdikten sonra neredeyse hepimiz milletçe fotoğrafçı olup çıktık...
...Video seksenli senelerde, benim çocukluğumda kocaman makaralı vhs, betamax video kasetlerinin seyredildiği cihazın adıydı. Tabii artık o aygıtlar çoktan tarihe karıştı ama ne derler, kendi gitti ismi kaldı yadigar. Video kelimesi ölmedi, hâlâ yaşıyor. Üstelik çok popüler. Her türlü kısa görüntüye video deniyor artık...