1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
263
Okunma
Türkiye’de devlet ve ülke kavramları sıklıkla birbirine karıştırılan ancak aslında farklı anlamlar taşıyan iki önemli unsurdur. Ülke, sınırları belirlenmiş bir coğrafi alan ve üzerinde yaşayan halkı ifade ederken; devlet, o ülke üzerinde hüküm süren yönetim mekanizmasını temsil eder. Türkiye Cumhuriyeti, bir devlet olarak belli bir ideoloji doğrultusunda şekillendirilmiş ve zaman içinde bu ideolojiyi sürdüren bir sistem inşa edilmiştir. Ancak bu sistemin halkın tamamını kucaklayıp kucaklamadığı ya da belirli bir zümrenin çıkarlarına mı hizmet ettiği tartışmalı bir konudur.
Türkiye’deki siyasal yapı, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra Kemalist ideolojinin temel alındığı bir sistem olarak inşa edilmiştir. O günden bu yana iktidara gelen her parti, parti adı ve ideolojisi ne olursa olsun, bu sistemin içinde hareket etmek zorunda kalmıştır. Kimi partiler bu yapıyı tamamen benimserken, kimileri belirli eleştiriler getirmiş ancak köklü bir değişim gerçekleştirememiştir. Bugün Türkiye’de siyasi partiler, görünüşte farklı politikalar sunsalar da, esasen belirli bir çerçevenin dışına çıkmamaktadırlar.
Başkanlık sistemine geçiş süreci ile birlikte, siyasi kamplaşma daha da belirgin hale gelmiş ve halk iki ana kutba ayrılmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve iktidardaki AK Parti, Kemalist bir partinin iktidara gelmesi durumunda halkın mağdur edileceği korkusunu sürekli diri tutarak seçmen kitlesini konsolide etmektedir. Bu korku, geçmişte yaşanan olaylar üzerinden güncellenerek hatırlatılmakta ve böylece iktidarın sürdürülebilirliği sağlanmaktadır. Ancak bu noktada şu kritik soruyu ortaya çıkmaktadır: Erdoğan, 25 yıldır iktidarda olduğu halde, bu korkuları bertaraf etmek adına ne gibi yapısal değişiklikler yapmıştır? Görünen o ki, bu konuda kalıcı bir çözüm yerine, sürekli olarak bu korkuların kullanılması tercih edilmiştir.
Bu siyasi sistemin en büyük handikaplarından biri, toplumun sürekli olarak korkular üzerinden yönetilmesidir. Her iki taraf da kendi kitlesini, karşı tarafın iktidara gelmesi durumunda yaşanabilecek olumsuzluklarla tehdit etmektedir. Örneğin, muhalefetin önemli isimlerinden biri olan Ekrem İmamoğlu, iktidarın devam etmesi durumunda insanların mallarına el konulacağı yönünde açıklamalar yaparken, Erdoğan ve ekibi de geçmişten örnekler vererek muhalefetin iktidara gelmesi durumunda dindar kesimlerin baskı göreceğini iddia etmektedir. Bu tür söylemler, toplumun ortak akıl ile hareket etmesini engellemekte ve sadece korkular üzerinden oy kullanmasına neden olmaktadır.
Toplumun hipnotize edilmesinin temel sebeplerinden biri, sürekli olarak belli bir anlatının tekrar edilerek insanların bilinçaltına işlenmesidir. Medya, eğitim sistemi ve devlet mekanizması, belirli bir algıyı pekiştirmek üzere dizayn edildiğinde, halkın büyük çoğunluğu olayları sorgulama yetisini kaybetmektedir. İnsanlar, kendi çıkarlarına doğrudan dokunan konularda bile, korkularına dayalı reflekslerle hareket etmektedirler.
Peki, bu sistemin kırılması ve toplumun uyanması nasıl sağlanabilir? Öncelikle bireylerin, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, liderlerin ve partilerin aslında kendi çıkarlarını gözettiğini anlaması gerekmektedir. Halkın, sürekli olarak korku politikalarına maruz bırakıldığı ve bu politikalar sayesinde yönlendirilerek belli bir kutbun içinde tutulduğu açıktır. Oysa çözüm, bireylerin bilinçlenmesi ve siyasi kararlarını duygusal reflekslerle değil, akıl ve mantık çerçevesinde vermesidir.
Türkiye’de mevcut siyasi düzen, belirli bir kesimin menfaatlerini koruyarak sürekliliğini sağlamaktadır. Halkın gerçek özgürlüğe kavuşması için, bu tür ayak oyunlarını fark etmesi ve bunlara karşı direnç geliştirmesi şarttır. Ancak bu, yalnızca bir kesimin değil, toplumun tamamının bilinçlenmesiyle mümkün olacaktır. Siyasetçilerin birbirlerine karşı yaptıkları suçlamalar, halkın dikkatini gerçek meselelerden uzaklaştırmaktadır. Oysa önemli olan, bireylerin bu oyunları görerek alternatif çözümler üretebilmesidir.
Sonuç olarak, Türkiye’de siyasi düzenin temel problemi, sistemin sürekli olarak halkın korkularını kullanarak iktidarını sürdürmesi ve halkın da bu korkulara teslim olmasıdır. Ancak, bu bir kader değildir. Bireylerin kendilerini bu tür manipülasyonlardan koruyabilmesi için bilinçli hareket eden, olayları sorgulayan ve gerçeği arayan bir toplum inşa edilmelidir. Türkiye’nin geleceği, halkın hipnotize edilip edilmemesine değil, bu hipnozdan ne zaman ve nasıl uyanacağına bağlıdır. Gerçek özgürlük ve bağımsızlık, bireylerin bu farkındalığa ulaşması ve politik bilinçlerini güçlendirmesiyle mümkün olacaktır.
Bahadır Hataylı/21.12.2024/Namazgah/İST
5.0
100% (2)