4
Yorum
9
Beğeni
5,0
Puan
250
Okunma
Kalem başkanlık koltuğuna oturdu. Salona göz gezdirdi.
“ Bütün temsilciler yerinde”
Kalem açma makinesinin kolunu çevirdi.
Tırrrttt…tırrrttt.
“ Edebiyat Meclisinin oturumunu açıyorum. Gündemimiz son günlerde Şiir ile Edebiyatın diğer kolları arasındaki üstünlük tartışmalarıdır. Bu oturumda söz almak isteyen temsilcilere sırasıyla söz vereceğim. İlk söz sırası Şiirde. Buyurun Sayın Şiir.”
Şiir; şık kıyafeti ve şuh adımlarla kürsüye doğru yürürken, bilgisayar ayağa kalktı. Yüksek sesle:
“ Sayın Kalem sizin Başkanlığınızı tanımıyorum. Başkanlık benim hakkım. Kalem mi kaldı? Yazanlar edebiyatın bütün türlerini benimle yazıyorlar. Yazılanların hataları eskisi gibi silgilerle değil, benim bir tuşumla düzeltiliyor. Tüm yazılanları ben arşivliyorum. Başkanlık öyle torpille, kayırmacılıkla değil, liyakatle olur.”
Oturumun başında bilgisayarın beklenmedik bu çıkışı ortamı gerdi.
Kimisi:
“ Doğru söylüyor. Artık kim kalem kullanıyor ki?” Derken, bazıları da:
“Ayıp yahu. Bu sözler kaleme düpedüz saygısızlıktır.” Diye bağırıyordu. Salon karışmıştı. Başkan kalem açma makinesinin kolunu üst üste çevirdi.
Tırrrttt…Tırrrttt…
“Sayın temsilciler… Sayın temsilciler… Sakin olun. Ben kendimi savunurum. Lütfen yerlerinize oturun."
Sessizlik sağlandıktan sonra Kalem:
“Sayın Bilgisayar sizin yazıya sağladığınız kolaylıkları hiçbir temsilci inkâr etmiyor. Sizden önce de daktilo vardı. Onun da hakkı ödenmez. Ancak ben bir simgeyim. Size soruyorum. – kalemi kuvvetli yazar- denildiğini duymuşsunuzdur. Peki, – daktilosu kuvvetli ya da klavyesi kuvvetli yazar- sözünü hiç duyanınız oldu mu? Biz burada teknolojiyi değil, edebiyatı tartışıyoruz. Lütfen konuları karıştırmayalım. Sonra karşınızda ki bir bayan. Ben kendisine söz verdim. Daha kibar olalım lütfen.
Kalemin bu sözleri üzerine ortam sakinleşti. Bilgisayar söz almak için elini kaldırsa da, Başkan ona söz vermedi. Kalem:
“ Buyurun Sayın şiir konuşmanızı yapın.”
“Sayın Başkan. Hepimiz Edebiyatın birer temsilcisiyiz. İşlevimiz edebiyata hizmet etmek. Bu gereksiz ve yersiz tartışmayı romanla iş birliği yapan Öykü çıkardı. İzin verirseniz sizlere kendimi tanıtayım. Zengin hayallerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan bir türüm ben. Günlük dilin sözlerine özel anlamlar yüklerim. Duygu düşünce ve izlenimler bir takım hayallere, sembollere söz sanatına başvurularak yazılırım. Bazen uyak olurum. Bazen vezin olurum. Bazen de biçim bakımından serbest olurum. Düz yazılar, bir anlatım yoludur. Ben ise bir anlatım türüyüm. Ben başka bir kimliğim. Müzikten başka bir müziğim ben. Kelimelerle güzel biçimler kurarım. Sizlerin türleri varsa benim de var.
İçten gelen duygular coşkulu bir dille anlatıldığında LİRİK olurum.
Doğa güzellikleri, dağ, orman, köy yaşamı anlatıldığında bana PASTORAL derler.
Belli bir düşünceyi aşılamak, bir konuda öğüt, bilgi, ahlak dersi verilmek için yazıldığımda DİDAKTİK tir adım.
Kahramanlık, yiğitlik, yurt sevgisi için yazılırsam şayet, EPİK olarak bilinirim.
Bu tartışmanın daha fazla uzamamasını diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum."
“Teşekkür ederim Sayın Şiir. Şimdi söz sırası Öyküde. Buyurun Sayın Öykü."
“Teşekkür ederim Sayın Başkan. Sayın Şiirin belirttiği gibi, evet bu tartışmayı ben başlattım. Benim, romanın ve diğer türlerin yazılması için belirli bir yetenek gerekli. Şiir öyle mi? Bir genç âşık oluyor. Alıyor sizi eline. Hiçbir kural tanımadan bazı kelimeleri ekliyor birbirine. Al sana şiir! Böyle olunca da neredeyse herkes şair sayılıyor. Yazanının çok olması da hanımefendiye güç veriyor. Öykü olarak ben; olmuş ya da olabilecek olayları kişi, olay ve yer göstererek anlatan bir türüm. Roman da insanların serüvenlerini, iç dünyalarını, sosyal bir olayı ya da durumu ayrıntılarıyla anlatır. Bir başka deyişle roman uzun öyküdür. Söyleyeceklerim bu kadar. Hepinizi saygıyla selamlıyorum."
“Arkadaşlar başka türlerinde temsilcileri burada. Onlara da söz vereceğim. Sayın Mizah konuşmak ister misiniz?"
“Memnuniyetle Sayın Başkan. Açık konuşmak gerekirse benim bir sorunum yok. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü ve diğer ustalar yok şimdi. Ancak mizah yön değiştirdi. Ben tiyatronun ve teknik olanakların desteğiyle hala gündemdeyim. Halimden de memnunum. Teşekkür ederim."
“Arkadaşlar bir uygulamayı oylarınıza sunacağım. Zamandan tasarruf gayesiyle, diğer türlerin temsilcilerine ayrı ayrı söz vermek yerine hepinizin adına Öykü konuşsun. Kabul edenler. Etmeyenler. Kabul edilmiştir.”
Mektup:
"Sayın Başkan şayet bana da söz verirseniz ben de kendimi anlatmak istiyorum."
" Memnuniyetle. Öyküden sonra size söz vereceğim. Buyurun Sayın Öykü."
“Sayın Başkan diğer temsilcilerimizden kısaca söz edecek olursak;
MASAL; Büyük usta Nazım Hikmet masal için demiştir ki; Edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar. Her yaştaki insanlar masalın tadına hemen varır. Masallar insanlığı kaynaştırır. Soruyorum sizlere kaldı mı Masal? Nerede Bindir Gece Masalları, nerede Keloğlan, nerede Dede Korkut? Nerede çocukları uyutmak için söylenen masallar? Çocuklar artık uyumuyorlar ellerinde akıllı telefon sızıp kalıyorlar.
DENEME; herhangi bir edebiyat, sanat veya bilim konusunu ele alarak etkili anlatım şekli olan deneme günümüzde sayılı dergilerin sayfaları arasında kalmıştır. Nerede kaldı Montaigne Denemeleri?
ELEŞTİRİ; Bir eseri çeşitli yönleriyle inceleyip değerlendirmek olan bu tür de kısıtlı alanlarda kaldı. Eğer bir eserin olumsuz yönlerini söyler ya da yazarsanız. Yazarı alınıyor. Küsüyor.
ANI ya gelince; insanların başından geçen üzüntü, sevinç ve mizahi olayların anlatıldığı bu tür yok olmasa da, eskisi kadar revaçta değil.
Bir görüşü açıklamak, bir düşünceyi belirtmek veya desteklemek için yazılan bir tür olan MAKALE de gazetelerin köşelerinden çıkmayı ne yazık ki bir türlü başaramadı.
Önceleri mülakat denilirdi RÖPORTAJ için. Şimdi ki tanımı siyasileri televizyonlarda konuşturmak. Yaşar Kemal’in -Bu Diyar Baştan Başa- eserinden sonra bu tür de edebiyattan elini ayağını çekti.
Sayın Başkan bu türleri daha uzun anlatırdım. Ancak vaktinizi almak istemiyorum. Sayın Mektuba da zaman kalsın. Teşekkür ediyor hepinize saygılar sunuyorum.”
“Ben teşekkür ediyorum Sayın Öykü. Evet, son söz şimdi Mektupta. Sayın Mektup… Sayın Mektup…"
Mektubun saçları beyazlamış başı sol omzuna düşmüş, uyuya kalmıştı. Yanında oturan röportajın sarsmasıyla uyandı. Gözlerini ovaladı. Gerindi:
“Özür dilerim Sayın Başkan. İçim geçmiş. Kusura bakmayın. Yaşlılık işte."
“Önemli değil kadim dostum. Sen hepimiz için özelsin. Buyurun sizi dinliyoruz.”
Mektup derin bir ahh çektikten sonra:
“Yüreklerdeki hasreti, aşkı, yangını benimle anlatırdı insanlar. Âşık olunca pembe kâğıtlara yazılırdım. Kenarım sigarayla yakılırdı. Beni yazanlar bazen duygularına gem vuramaz ağlarlar, yıldızlar yaparlardı gözyaşlarıyla üzerime. Bazen kibrit kutularına girer duvar kovuklarına konulurdum. Sevgililer alsın diye. Askerlere yazardı beni anneler, babalar, yavuklular. Defalarca okunur, koklanır göğüslerde saklanırdım. Benimle mahsus selamlar gönderilirdi. Anaya, babaya, kardeşe, emmiye, dayıya, ahırdaki ineğe, kapıdaki köpeğe bile.
Orhan Kemal Nazım Hikmet’e yazdı beni, Nazım Hikmet’te Orhan Kemal’e. Babası Deniz Gezmiş’e yazdı beni, Deniz Gezmiş’te babasına. Daha birçok kimse, kimlere yazmadı ki beni. Şimdi unutuldum. Yaşlandım. Ne zarfım kaldı ne mazrufum. Telefonların hafızalarına hapsettiler beni. Bir tuşla yüzlercesine gönderiyorlar, anlamını bilmedikleri sözleri. Ben bu muydum? Böyle mi olacaktım?”
Daha fazla konuşamadı mektup. Ağlıyordu. Edebiyatın tüm temsilcileri ayağa kalktılar. Coşkuyla alkışladılar onu.
Başkan “ Oturumu kapatıyorum” dese de alkış seslerinden kimse duymadı. Mektubun koluna girip dağıldılar.
Acıkmışlardı. Hep beraber lokanta aradılar. Var mıydı bu mecliste de lokanta?
Varsa bile çorba on, et yemeği yirmi, tatlı beş lira mıydı?
Bilmiyorlardı…
5.0
100% (4)