1
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
351
Okunma

Evren ve içindeki esrara tefekkür yolculuğu, vukufiyet bir başkadır Kelamullah ile… Hatırlamaya, farkındalığa sahip oluş, öncelikle kişinin kendisini tanıması ve hatırlaması süreci ile başlar.
Onun içindir ki, tasavvufi geleneğimizde değer bulan, “kendini bilen Rabbini bilir” sözü oldukça manidardır. Kendisinin farkında olmayan insan, nasıl varlığı/başkalarını fark edebilir ki…?
Bu konumdaki insanın tefekkür ve tezekküründen söz edilebilir mi? Merkezden çevreye bağlantılı bir fark ediş…Kendisini fark edemeyen insan her şeyden önce farkındalık yeteneğini fonksiyonel hale getiremediğinden yaratılışı ve esrarını bilgi zeminli irfan ve hikmet perspektifiyle tefekkürden aciz ve uzak kalacaktır.
Bu uzak kalış, “terk etmeyi” ve “terk edilmeyi” beraberinde getirecektir. “Andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (çems, 9-10.) ayetleri, bu paralelde tefekkür edildiğinde, arınmanın tezkiyenin bir anlamda tanımayı beraberinde getireceği sonucu mülahaza edilebilir.
En faydalı tefekkür, ilâhî kudret, azamet ve hükümranlığı tefekkür etmektir. Bu sâyede insan, dünya hayâtını ıslâh etmeyi, âhiretine zarar verecek şeyleri terk etmeyi ve bunların yollarını düşünür.
Kişi Allâh’ın nîmetlerini, ihsanlarını, emir ve nehiylerini, isimlerini ve sıfatlarını tefekkür edince, kalbinde muhabbet ve mârifet filizleri yeşerir ve mânen seviye kazanmaya başlar. Âhireti, onun şerefini, ebedî oluşunu, dünyanın bir imtihan âlemi olduğunu ve fânîliğini düşününce, âhirete rağbeti artar ve dünyaya gereği kadar değer vermeye başlar. Dünyevî hayâtın, ana rahmiyle kabir arasında bir sürat koşusu olduğunu idrâk eder. Ömrün, âhiret saâdetini kazanmaya medâr olacak kıymetli bir sermâye olduğunu kavrayarak onu daha bereketli kılmak husûsundaki ciddiyet ve gayretini artırır. Vakitlerini ganimet bilir, onları hayırlı ve sâlih amellerle en güzel bir şekilde değerlendirme yoluna gider.
Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh:
“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibadetten üstündür.” buyururdu.
Tâbiîn ulemâsından Saîd bin Müseyyeb Hazretlerine:
“−Hangi ibadet daha fazîletlidir?” diye sorulmuştu.
Şu cevâbı verdi:
“–Allâh’ın mahlûkâtı hakkında tefekkür ve dîni husûsunda tefakkuh/ince anlayış sahibi olmak.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [en-Nûr, 44])
Bişr-i Hâfî Hazretleri de tefekkürün ehemmiyetini şöyle ifâde ederdi: “İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında lâyıkıyla tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesir, I, 448, [Âl-i İmrân, 190])
Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, kişiyi Allâh’ın azametini idrâke götüren tefekkür, aklî bir faâliyettir. Bu faâliyeti kâmil bir neticeye ulaştıransa kalptir. Kalbimiz, en şerefli uzvumuz olduğuna göre, tabiî ki onun ameli de diğer uzuvların amellerinden faziletli olacaktır. Zira kalp, nazargâh-ı ilâhîdir.
Şu çok açık bir hakîkattir ki vahiyle terbiye edilmiş aklın tefekkürü, kalbi aydınlatan nurların ilk sermâyesi, basîret ve irfâna ulaştıran yolun yegâne vâsıtasıdır. Yine böyle bir tefekkür; ilme, zühde, mâsivâyı terk etmeye ve ilâhî muhabbete vesîledir.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem sükûtu ve tefekkürü çok severdi.
O’nun bu uzletlerindeki ibadeti; tefekkür etmek, atası İbrahim -aleyhisselam- gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmekti.
O günlerde kâinât ve onun Hâlık’ı hakkında tefekkür eden Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- daha sonraki hayâtında da dâimâ tefekkür hâlinde idi.
Hind bin Ebî Hâle radıyallahu anh şöyle der:
“Nebiyy-i zî-şân Efendimiz, sürekli hüzünlü ve dâimâ düşünceli idi. Onun için rahatlık söz konusu değildi. Lüzumsuz yere hiç konuşmazdı. Sükûtu, konuşmasından daha uzun sürerdi. Söze başlarken de, sözü bitirirken de hep Allâh’ın ismini zikrederdi...” (İbn-i Sa’d, I, 422-423)
Nitekim Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem ümmetini tefekküre teşvik sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti.” (İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252/5838)
“Tefekkür gibi ibadet yoktur.” (Beyhakî, Şuab, IV, 157; Ali el-Müttakî, XVI, 121)
“Dünyada misafir gibi olun! Mescidleri ev ittihâz edinin!. Kalplerinizi rikkate alıştırın! Çok tefekkür edin ve çok ağlayın! Nefsânî arzularını sizi değiştirmesin!..”
Yine Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem Hazret-i İbrahim’e indirilen on suhuf’tan şunları nakleder:
“Akıl sahibinin belli saatleri olmalıdır: Vaktinin bir kısmını Rabbine duâ ve münâcâta, bir kısmını Yüce Allâh’ın sanat ve kudretini tefekküre, bir kısmını geçmişte işlediklerini muhâsebe etmeye ve gelecekte yapacaklarını plânlamaya, bir kısmını da helâlinden maîşetini kazanmaya ayırmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 124)
Lokman aleyhisselam yalnız başına tenhâ bir yerde oturup tefekkür etmeyi çok sever ve bunu sık sık tekrarlardı.
Kendisine:
“–Sen umûmiyetle yalnız oturuyorsun. İnsanlarla oturup sohbette bulunsan daha münâsip olmaz mı?” diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
“–Uzun müddet yalnız kalmak, tefekküre daha müsaittir. Uzun süre tefekkürde bulunmak da, insanı Cennet’in yoluna sevk eden bir kılavuzdur.”
Bireysel bazda da tefekkürün terkinin insanın “varlık” ve “var oluş” bilincinden uzaklaşmasına neden olacağı açıktır. Bu sebeple olsa gerek ki, insanın kendisini kuşatan evreni ve içinde vuku bulan harikulade olayları tefekkür ,müşahede etmesi ilahı mesajlarda her daim öğütlenir. Zira onun varlık aleminde etkin bir konuma sahip oluşu bu müşahede ve tefekküre endekslidir.
Nitekim, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i imran, 190-191.) buyrularak insanın her koşulda yakın ve uzak çevresinin içerdiği esrar ve hikmeti tefekkür etmesi ve bu bağlamda evreni ve içindekileri yaratanı tezekkür etmesine vurgu yapılmaktadır.
Tefekkür, aklın işlevsel oluşunun en belirgin kriteridir. Tefekkürün terki ya da kullanılmaması bilinçsizce taklit, hurafe ve vehimlere inanmayı beraberinde getirecektir. Bu nedenledir ki Yüce Kitabımızda bir taraftan aklın kullanılması öğütlenirken hatta emredilirken diğer taraftan aklın kullanılmayıp başkalarını bilinçsizce taklit edilmesi yerilmiştir.
Nitekim “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” denilince, “Hayır” atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız.” derler; ya ataları bir şey akl edemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170.) ayetinde bu hususa işaret edilmektedir.
Tefekkür, özellikle dini geleneğimizde önemli bir yer tutan zikirle de yakından ilgilidir. Zikir, hatırlamadır, hatırda kalmadır. “Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152.) ayeti bu hususa adeta tercüman olmaktadır.
Bu itibarla Yaratanın mahlukatı anlamsız yaratmadığını tevlit edecektir tefekkür ve tezekkür… Hakikaten insan sadece kendi yaratılışını ve hayatını tefekkür ve tezekkür etse, bu tefekkür ve tezekkürün ortaya çıkaracağı veriler/duygular, ona hayatı anlamlandırmada yeteri kadar fikir verecek ve yol gösterecektir. ilahı kudret tarafından onun yaratılış ve hayat startının “ahsen-i takvim” çizgisinde verilmesinin ne denli hikmetlere mebni olduğuna şahit olunacaktır.
Yüce Allah’ın saygın bir varlık olarak yarattığı insanla doğrudan ilintili olan tefekkür, irfan, tezekkür ve hikmet kavramları gündeme geldiğinde öteden beri ön kabul ve sahip olunan birikimin niteliğine göre söz konusu terimlere ya da aktivitelere anlamlar yüklenmiştir. Hangi anlam yüklenirse yüklensin söz konusu kavramların “insan” ve “akıl” ile ilgili hatta iç içe olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan söz konusu kavramlar sıradan bir düşünme ve düşüncenin, bilinç ya da farkındalığın, anlam ve anlamanın da ötesinde aşkın manalar içeren kavramlar olarak dikkat çekmektedir.
Tefekkür; yalın anlamıyla düşünmedir, vakıa ya da varlığı kavramaya, anlamlandırmaya yönelik özgün bir dinamizmdir. Bu ameliyenin muhteviyatında hikmet bilgisi, ilim, irfan ve tezekkür gibi birikimlere adeta ruh ve icaz katan önemli enstrümanlar mevcuttur. Zira bu unsurlardan soyutlanmış tefekkür ameliyesinin “varlık”ı ya da “var oluşu” anlamlandırmada yavan ve yetersiz kalacağı açıktır.
Bu itibarla tefekkür yalın bir fikirden ziyade gönül boyutlu hikmet ve irfan ile yoğrulmuş derinlemesine düşünmeyi/düşünceyi ifade eder. insanoğlu tarih boyunca hayatı başta olmak üzere her daim “varlık”ın anlamı ve esrarını keşfetme, araştırma, sorgulama gayret ve çabasında olmuştur.
Bu arayış ve keşf, medeniyetlere, sanat ve kültürlere zemin hazırlamış süreç içinde insanlık havsalamızı zorlayan bir potansiyele ulaşmıştır. Bu serüvende tefekkürün ya da aklı melekeleri olumlu ve anlamlı kullanmanın ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Zira varlığın esrar ve hikmetinin keşfedilebilmesinin temelinde bilgi ve birikimin yanı sıra, “varlık” üzerinde derinlemesine tefekkürün ayrı bir değeri vardır. Bu yüzden tefekkürün sıradan bir düşünme pozisyonu ya da yetisi olarak telakki edilmesi isabetli olmaz.
Nitekim her insan şöyle ya da böyle düşünür ama, her düşünen kimse mütefekkir olarak nitelendirilemez. Zira tefekkür belli bir ilmi birikimin yanı sıra, aklın bütün zihinsel yetenek ve dinamikleriyle ilintili bir eylem/durum olarak algılanmalıdır. Şüphesiz düşünme ve tefekkür, insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin niteliklerdir. Belki de bu nitelikler, insanı insan yapan en önemli olgulardır.
Öyle ki, her iki nitelik de insanlığın tarihi kadar eski ve köklüdür. İslam dini, kişileri hemen her konuda akıllarını kullanmaya davet eder. O denli ki, Kur’an-ı Kerim’de hemen her sure ve sayfada değişik köklerden türemekle birlikte, insanlar düşünmeye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okumaya, ders çıkarmaya, Allah’a imana yönlendirilir.
Bu bağlamda bilinçsizce hayat, doğru veya yanlışı aramaksızın/araştırmaksızın körü körüne taklit yerilir. Öz bir ifadeyle aklın meyvesi olan tefekkürün terki hoş karşılanmamıştır. Zira tefekkürün terki beraberinde bilinçsizliği, dahası insanın kendini ve yaratanını unutuşunu beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan insanlık tarihi, geçmişten günümüze değin insanın önünü açan, medeniyetler inşa etmesinin en önemli aracı olan aklın ve dolayısıyla tefekkürü terkinin her zaman geri kalmaya, karanlığa, sosyal ve toplumsal yapıda açıklar vermeye mahkum oluşa zemin hazırladığına çokça tanık olmuştur.
İşte Şeyh Galib’i; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/ Merdûm-i dide-i ekvan olan alemsin sen” dedirten bu hakikat düzleminden neşet eden tefekkürdür. Böylesi irfan zeminli bir ufuk, insanı yiyen, içen, konuşan bir varlık olarak nitelendirmenin ötesinde, alemin özü ve kainatın gözbebeği olarak anlamlandırmaya sevk eder akıl sahiplerini.
Tefekkür, evreni ve daha da özele inerek varlığı muhteşem bir biçimde okuyuşun adıdır. Evrende mana değil manalar keşfedebilmenin ön koşuludur tefekkür. Yaratıcı kudreti ve O’nun sınırsız gücünü anlamlandırabilmektir tefekkür ve tezekkür…
Nihayet tefekkür kendini tanımanın ve bu tanıma sonucunda evrene bakışın Yunus’umuzun diliyle; “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır . Okumaktan mana ne, kişi Hakkı bilmektir . Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir” dizelere dökülüşünü tevlit edecektir.
Çağımızda servetlerin, şehvetlerin, kural ve sınır tanımayan nefislerin, makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin perdelediği akıl ve gönüllerin, sosyal ve toplumsal ilişkilerde ne denli sıkıntılar ortaya çıkardığı malumdur. Gerçek şu ki, bölgesel ve global düzeyde insanlığın yaşadığı acı, sıkıntı ve huzursuzlukların temelinde önemli ölçüde tefekkür eksikliğinin, hayatı ve yaratılış amacını böylesi bir perspektiften değerlendirmede yoz ve yobaz bakışların/yaklaşımların yattığı ifade edilebilir.
Oysa çağımız insanı olarak ders ve ibret alacak muazzam bir tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Ama bu tecrübenin doğru okunmasında ve hayata geçirilmesinde, insanlık olarak damıtılmış, süzülmüş tefekkür ve tezekküre ihtiyacımız olduğu açıktır. Hemen her kesimi bir yönüyle etkisi altına alan dünyevileşmenin alabildiğine nüfuz ettiği çağımızda kendimizi bu bağlamda test etmemiz, sorgulamamız ve ilahı öğretiler çerçevesinde durum tespiti yapmamızın kaçınılmaz olduğu kanısındayız.
Zira insanlık olarak sorgulama bilincinin gelişmesi ve varlığı, bugüne ve geleceğe dair daha isabetli adımlar atılmasına zemin hazırlayacaktır. İslam dininde ilme, bilgi ve tefekküre ne denli önem verildiği izaha gerek duyulmayacak ölçüde açıktır.
Yüce Kur’an’ın ilk emrinin oku oluşu İslam dini, kişileri hemen her konuda akıllarını kullanmaya davet eder. O denli ki, Kur’an-Ĕ Kerim’de hemen her sure ve sayfada değişik köklerden türemekle birlikte, insanlar düşünmeye, evreni ve içindekileri ibret nazarıyla okumaya, ders çıkarmaya, Allah’a imana yönlendirilir.
Söz konusu ayetlerin hemen akabinde “yaratılışa” ve medeniyetlerin inşasında adeta kilit konumunda olan “kalem”e vurgu yapılması oldukça manidardır. Anlamlı bir tefekkür, her şeyden önce “okuma” ve “kalem”e dayanır. Dolayısıyla tefekkür ameliyesi belli bir birikimin ürünüdür. Ancak kısaca işaret etmek gerekirse, yalın okuma ve kalem her şart ve koşulda beraberinde tefekkürü celp etmeyebilir.
Diğer taraftan Yüce Rabbimizin insanlığa hayat rehberi, inananlara rahmet ve şifa olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim’in bir adının da “zikir” oluşu oldukça anlamlıdır. Zira öğüt ve tavsiye anlamına da gelen “zikir”, bir tefekkürdür, bir hatırlamadır ,hatırlatmadır, farkında oluştur, fark edilmektir, farkına varmadır.
“Sizi uyarması ve sizin de Allah’a karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir kişi aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir (vahiy ve öğüt) gelmesine şaştınız mı?” (Araf, 63.),
“Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!” (Hıcr, 6.) ayetlerinde geçen “zikir” terimi, Kur’an-ı Kerim’i ifade etmektedir.
Kelamullah ile kozmik düzenin ,varlığın, var oluşun hikmet ve amacını zihin ve gönül dünyamızda harmanlayarak ilahı bir ufukla tefekkür ederiz. Onun hikmet ve hayat yüklü mesajları ile evreni, insanı, imanı, kitabı, kendimizi okumak, tefekkür etmek farklı bir anlam ve haz verir bizlere…
Bu nedenle insanın öncelikle kendisini tanıması tabii bu sıradan bir tanıma değil varlığı ve esrarını anlamanın/algılamanın en önemli aşaması hatta temeli olacaktır. insanın kendisini ve bu bağlamda evrenin esrarını keşif, bilginin asıl amacı, bilgi de bu tefekkür ve keşfin temel aracıdır.
Kendini bilen ,hakım insan, Evrenin yaratıcısı Hakım Allah’ı bulacaktır. O’nu bulan her şeyi bulmuş, O’nu kaybeden de şüphesiz her şeyi kaybetmiş olacaktır. Herhalde bu amaçla olsa gerek ki büyük filozof Eflatun, insanlığa “kendini bil” diye haykırmıştır. Bu haykırış, “Ne istediğini bil, kendi kapasiteni, sınırlarını, zayıflıklarını, acziyyetini bil, diğer insanların seni nasıl algıladıklarını bil.
Kendi isteklerinin ve niyetinin farkında ol. Ayrıca etrafında olup bitenlerin bilincinde ol. Her alanda farkında oluşun derecesini artır.” şeklinde yorumlanabilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, evreni ve esrarını bilgece okumanın odağında insanın kendisini bilmesi yatmakta; kendini tanımanın yolu da şüphesiz bilgi ve tefekkürden geçmektedir.
Belirtmek gerekirse tefekkür, insanın “var oluşu”, “varlık”ı ve evrenin gizemlerini keşfedebilmesi için gerekli en önemli eylemdir. Böylesi önemli bir eylem de şüphesiz belli bir ilmi birikimin yanı sıra, irfan ve hikmet arayışını da gerekli kılmaktadır .
&
İlyas Kaplan (Eğitimci- Şair -Yazar )
5.0
100% (2)