2
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
533
Okunma

Yağmurun toprakla buluştuğu o ilk anı bilirim. O koku, rüzgârla birlikte ciğerlerime dolarken, çocukluğumun geçtiği taş duvarlı, toprak damlı o küçük evin önünde duruyorum şimdi. O ev, geçmişin seslerini fısıldayan, zamanın dokusunu içinde saklayan bir yuva gibiydi. Belki mütevazıydı ama ruhu, duygusu, yaşanmışlıkları vardı. Ve ben, işte orada, doğayla iç içe, onun bir parçası olarak büyüdüm.
Sabahın ilk ışıkları dağların üzerinden süzülerek yamaçlara vurduğunda, ahşap kapımızı açar, çıplak ayaklarımla ıslak çimenlerin üzerinde yürürdüm. Gözlerimi ovuştururken uzaklardan gelen koyunların melemesi, horozların ötüşü ve rüzgârın hafifçe dallara çarpan fısıltısı bana günün başladığını haber verirdi. Bu sesler benim için bir alarmdan çok daha anlamlıydı; çünkü her biri hayatın içindendi, doğanın ritmine ayak uyduruyordu.
Annem, tandırın başında ekmek pişirirken, odanın içine yayılan sıcak hamurun kokusu midemi şenlendirirdi. O küçük mutfakta, bir tabak peynir, birkaç zeytin ve mis gibi tereyağıyla kahvaltımızı yapar, sonra babamın peşinden tarlaya koşardım. Toprağı hissetmeyi, onu sevmeyi, ona emek vermeyi o öğretti bana. Her bir buğday tanesinin nasıl bir mucize olduğunu, bir tohumu ekerken ona umutlarımızı da kattığımızı o anlattı.
Mevsimler değiştikçe hayat da değişirdi. İlkbahar geldiğinde, yemyeşil çayırlar serilir, papatyalar açardı. O vakitler, kırlarda dolaşıp kelebeklerin peşinden koşmak en büyük eğlencemdi. Yazın gelişiyle tarlalar sararır, hasat zamanı başlardı. O günlerde babamla sırt sırta vererek tarlada çalışırdık. Akşam olunca dağlardan inen serin rüzgârla birlikte evimizin önüne oturur, yıldızların altında uzun uzun konuşurduk.
Kışın gelişi, köyde bambaşka bir telaş demekti. Soğuk gecelerde sobanın etrafına toplanır, büyüklerimizden masallar dinlerdik. Babam eski zamanlardan, dedemizden, onların da dedelerinden kalan hikâyeleri anlatırken ben, sobanın çıtırtısıyla uykuya dalardım. Kar yağdığında ise en büyük eğlencemiz dışarı çıkıp eldivensiz kartopu oynamaktı. Ellerimiz donsa da, gülüşlerimiz içimizi ısıtırdı.
Bu hayat, belki de pek çok kişiye sıradan görünebilir. Ancak benim için buradaki her an, doğayla kurduğum bağın bir parçasıydı. Gökyüzüne bakarken hangi bulutun yağmur taşıdığını tahmin edebilir, bir ağacın kabuğuna dokunduğumda onun yaşını hissedebilirdim. Toprağın kokusunu içine çekmek, suyun akışını dinlemek, hayvanların gözlerine bakıp dertlerini anlamaya çalışmak... İşte bunlar, benim hayatımın en değerli dersleriydi.
Ancak zaman geçti, ben büyüdüm ve o küçük evden ayrılmak zorunda kaldım. Büyük şehirlerin kalabalık sokaklarına adım attığımda, ilk fark ettiğim şey sessizliğin eksikliği oldu. Motor sesleri, aceleci adımlar, telaş içinde koşturan insanlar... Hiçbirinde doğanın ritmi yoktu. Beton duvarlar arasında kaybolmuş gibiydim. O eski evimi, bahçedeki dut ağacını, sabahları duyduğum kuş seslerini özledim.
Yıllar sonra, bir gün geri döndüm. Evin kapısını açtığımda içerideki eski kokuyu hâlâ alabiliyordum. Bahçede büyüyen otlar, rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Her şey biraz eskimiş, biraz yıpranmıştı ama ruhu hâlâ aynıydı. Toprağa diz çöktüm, parmaklarımı serin toprakta gezdirdim. O an anladım ki, ben buraya aitim. Doğa benim evim, benim nefesim.
Bugün hâlâ o topraklarda yaşamak istiyorum. Çocukluğumun geçtiği yerde, doğanın bir parçası olarak, onun ritmiyle hareket etmek istiyorum. Sabahları yine çimenlere basarak uyanmak, ekmeğimi kendi ellerimle yapmak, yıldızların altında babamı hatırlayarak uyumak istiyorum. Çünkü biliyorum ki, insan doğadan koparsa ruhu eksilir. Ve ben, eksik kalmış yanlarımı onarmak istiyorum...
Erol Kekeç/09.01.2025/Sancaktepe/İST
5.0
100% (1)