0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
160
Okunma
İnsan Öncelikli Bir Sistem Mümkün mü?
Ekonomi, bir ülkenin sadece maddi değil, aynı zamanda insani refahının da belirleyicisi olan temel bir unsurdur. Ancak günümüz yönetim anlayışında, ekonomik politikaların ağırlıklı olarak belli kesimleri korumaya yönelik olduğu, toplumun geniş kesimlerinin ise giderek daha fazla ezildiği gözlemlenmektedir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan ekonomik gelişmeler ve alınan kararlar, bu durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Özellikle enflasyon, asgari ücret, emekli maaşları ve vergi politikaları üzerinden şekillenen bu dengesizlik, toplumsal adaletin ne ölçüde sağlanabildiği konusunda ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. “Enflasyona ezdirmeyeceğiz” söylemiyle düşük maaş zamlarını meşrulaştıran bir yönetim, halkın alım gücünü ve yaşam kalitesini düşürerek, refahı belli bir zümreye yönlendirmekte midir? Peki, gerçekten insanı yaşatan bir devlet anlayışından söz edebilir miyiz?
Bu yazıda, yönetimin ekonomik politikalarının çelişkilerini, uygulamalardaki adaletsizlikleri ve mevcut sistemin kimleri koruyup kimleri mağdur ettiğini sorgulayarak, çözüm önerileri üzerinde duracağız.
Enflasyon Gerçekleri ve Asgari Ücret Gerçeği
Son yıllarda Türkiye’de enflasyon oranları hızla yükselirken, hükümet yetkilileri sık sık tek haneli enflasyon hedefini dile getirmektedir. Ancak bu söylem, uzun vadeli bir temenniden öteye gitmeyen bir vaat niteliğindedir. Çünkü enflasyonu düşürmek için uygulanması gereken sıkı para politikaları, gelir dağılımını adil hale getirecek vergi reformları ve üretimi artıracak yapısal değişiklikler konusunda ciddi adımlar atılmamaktadır.
Bugün asgari ücretle geçinen bir vatandaş, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmiştir. Resmî verilere göre belirlenen enflasyon rakamları ile gerçek piyasa enflasyonu arasında ciddi farklar vardır. Alım gücünün düşmesi, asgari ücretin yetersizliği ve hayat pahalılığı arasında sıkışan milyonlarca insan, yönetimin ekonomik politikalarının doğrudan mağduru konumundadır.
Öte yandan, enflasyonun tek hanelere düşeceği beklentisiyle maaşların düşük tutulması, çalışanları ve emeklileri doğrudan fakirleştiren bir stratejidir. Maaş zamlarının yetersiz tutulması, çalışan kesimin refahını değil, bütçe açığını yönetmek isteyen hükümetin politikalarını destekleyen bir araç olarak kullanılmaktadır.
Vergi Adaletsizliği-Kim Daha Çok Katkı Sağlıyor?
Vergi sistemine baktığımızda, yükün büyük ölçüde ücretli çalışanların omuzlarına bindirildiğini görmekteyiz. Türkiye’de dolaylı vergiler, yani KDV ve ÖTV gibi harcama üzerinden alınan vergiler, devletin toplam vergi gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu, düşük ve orta gelirli kesimlerin, gelirine oranla daha fazla vergi ödediği anlamına gelir.
Ancak büyük sermaye sahipleri ve bazı şirketler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Türkiye’de bazı büyük şirketlerin vergisel avantajlardan yararlandığı, aflarla borçlarının silindiği, teşviklerle desteklendiği bilinmektedir. Dolayısıyla halktan alınan vergilerle oluşturulan bütçenin, adil bir şekilde dağıtılmadığı ve sermaye sahiplerinin korunarak küçük işletmelerin ve dar gelirli kesimin zor durumda bırakıldığı ortadadır.
Peki, devletin görevi sadece belirli bir zümrenin refahını korumak mıdır? Bir sistem, güçlüleri daha güçlü, zayıfları ise daha zayıf hale getiriyorsa, bu sistem kimleri yaşatmaktadır? İnsan merkezli bir ekonomi yönetimi, ancak adil bir vergi politikasıyla mümkün olabilir.
Siyasi İmkânlar ve Ayrıcalıklar-Kime Hizmet Ediyor?
Türkiye’de yöneticilerin ve üst düzey bürokratların sahip olduğu ekonomik ayrıcalıklar da tartışılması gereken bir başka noktadır. Milletvekillerine sağlanan imkânlar, lüks harcamalar, araç tahsisleri ve bu araçların trafik cezalarından muaf tutulması gibi uygulamalar, halkın büyük kesiminin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılarla taban tabana zıttır.
Bugün bir emekli, kısıtlı maaşıyla temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken, milletvekillerinin birden fazla lüks araca sahip olması, devlet bütçesinden karşılanan harcamalarla hayatlarını sürdürmeleri ciddi bir çelişkidir. Devleti yönetenler, toplumun geniş kesimlerinden daha iyi koşullarda yaşamalıdır düşüncesi, yönetimde etik değerlerin kaybolmasına ve halk ile yönetenler arasındaki bağın zayıflamasına neden olur.
İnsanı yaşatan bir devlet anlayışı, yöneticilerinin de toplumun içinden biri olduğunu hissettirecek şekilde hareket etmesini gerektirir. Kendi harcamalarından ve israflarından taviz vermeyen, halktan fedakârlık bekleyen bir yönetim anlayışı, toplumsal adalet ve huzurun sağlanmasını nasıl mümkün kılabilir?
İnsan Öncelikli Bir Yönetim Mümkün mü?
Bir devletin temel görevi, halkının refahını sağlamak ve toplumsal adaleti tesis etmektir. Ancak bugünkü yönetim anlayışı, ekonomik politikalarıyla sermaye sahiplerini ve belli bir zümreyi koruyarak, geniş halk kitlelerini yoksulluğa mahkûm etmektedir.
İnsan merkezli bir yönetim anlayışı için şu adımlar atılmalıdır:
1. Vergi reformu yapılmalıdır: Büyük sermaye sahiplerinden daha adil bir şekilde vergi alınmalı, gelir dağılımı düzeltilmelidir.
2. Asgari ücret ve emekli maaşları insanca yaşanabilir seviyeye çıkarılmalıdır: Enflasyon hesaplamalarında gerçek veriler baz alınmalı, halkın alım gücü artırılmalıdır.
3. Kamu harcamalarında israfa son verilmelidir: Devletin gereksiz harcamaları, lüks araç tahsisleri ve yüksek maaşlı makam harcamaları gözden geçirilmelidir.
4. Toplumun tüm kesimlerini kapsayan adaletli bir sistem oluşturulmalıdır: Halkın refahı göz ardı edilmeden, sosyal devlet anlayışıyla hareket edilmelidir.
Bugün Türkiye’de ekonomik politikalar, geniş halk kesimlerini giderek daha da zorlayan bir noktaya ulaşmıştır. Enflasyona ezdirmeyeceğiz söylemi, gerçekte milyonlarca insanın ezilmesine neden olmaktadır. Yönetim, halktan fedakârlık beklerken kendisi hiçbir fedakârlıkta bulunmamaktadır.
İnsanı yaşatmak, sadece ekonomik büyümeyi sağlamakla değil, bu büyümeyi adil bir şekilde dağıtmakla mümkündür. Vergi adaletinin sağlanmadığı, yönetimin lüks içinde yaşadığı, halkın ise geçim mücadelesi verdiği bir sistem, insan odaklı bir devlet anlayışına hizmet edemez.
Gerçek refah, ancak toplumun her kesiminin hakkını alabileceği adil bir sistemle mümkündür. Aksi takdirde, devletin kendi halkını ihmal ettiği, adaletin zayıfladığı bir düzen, toplumsal çöküşü de beraberinde getirecektir.
Erol Kekeç/09.01.2025/Sancaktepe/İST