5
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
504
Okunma

Gürcüler denilince hiç de yabancısı olmadığımız sözcükler çağrışım yapar. Çünkü ülkemizin bir çok bölgesinde yaşamış ve hâlen yaşamakta olan gürcüler vardır. Özellikle Eskişehir , Bilecik ve Doğu Karadeniz bölgesinde yoğundurlar.
Mariam, Gürcü kökenli bir güzel kızdır. Üç kardeşin en büyüğüdür. Gürcistan’ın Tiflis şehrinin bir kenar mahallesinde doğmuş çocukluğunu o coğrafyada geçirmiştir.
Hasret ise orta Anadolu kökenli ama İstanbul’un varoşlarında doğmuştur. Beş kardeş arasında üçüncü sırayı kapabilmiştir. Hasret ’in çocukluğu ve İlk gençlik yılları İstanbul doludur. Hasret’in babası Mecit, yarıcı olarak bir çay ocağı işletirdi. İki abisininde sürekli bir işleri yoktu. En büyük olanı işportacı onun küçüğü ise bir gece kulübünde garsonluk yapıyor sabaha doğru eve geliyordu.
Adı neden Hasret olmuştu? Mecit efendi, memleket hasreti çektiği sıralarda doğmuş onun için adını Hasret koymuşlardı. Ama Hasret, abileri gibi o tür işlerde çalışmayı asla istemiyordu, istemedi.
Mariam’ın kaşları bir kadının kaşlarına göre biraz daha kalın mıydı ne! Ama o kaşlar gün geçtikçe Mariam’a ayrı bir güzellik ve estetik katıyor, Gürcü delikanlıların canını yakıyordu. Annesi Natia’da içten içe Mariam’ı kıskanıyor muydu ? İçten içe değil açıktan kıskanıyordu. Mariam, gün geçtikçe serpilip güzelleştikçe annesi ile kavgaları sık sık tekrarlayan kısır döngüler haline büründü. Günlük değil, saatlik kavgaları başladı. Bu olup bitenlerden babası sarhoş Levan’ın çok sonradan haberi oldu. Bu kavgalar sarsak ve sarhoş Levan’ın pek de umurunda değildidi. Mariam’ın annesi Natia, çok süslü, çok kokulu, takılı ve takıntılı bir kadındı. Kızını asla ütüsüz ve gelişi güzel giymesine izin vermez, saçlarını özenli taramadan hiç bir yere gönderemezdi göndermedi de. Çünkü Natia’da öyle yapardı. Aslında kızını özensiz görenler Natia’nın iyi anne olmadığını düşünebilirler bu durumda O’nu üzer, imajına halel gelebilirdi.
Mariam, on yedisine geldiğinde artık annesi Natia’nın kıskançlığından bıkıp usandı. Tiflisteki bir Türk restoranında garsonluk yapıyor kendi harçlığını kazanıyordu. Sarsak sarhoş babası Levan’da bu işe sıcak baktı. Hiç olmazsa evde kavga ve dırdır azalır ya da biterdi.
Hasret, abileri gibi değildi. Başkasının yanında bir ömür boyu karın tokluğuna çalışmayı asla istemiyordu. Mecit efendi, Hasret’in de abileri gibi bir iş tutması gerektiğini eve para getirmesini istiyor sık sık kavga ediyorlardı. Abileri de aynı düşüncedeyediler. Onlar da Hasret’le kavga ediyorlardı. Gün görmüş geçirmiş fakat evlendikten sonra fukaralığın en katmerlisini yaşayan Sultan Hanım, iki arada bir derede kalmıştı. Hasret, kendi işini kurmak istiyordu. Annesi Sultan Hanımın gizli gizli verdiği harçlıklarını aşçılık kursuna giderek değerlendirdi. Üç ay aşçılık kursuna giderek sertifika aldı.
İstanbul’da orta sınıf bir semtte mantı ve içli köfte dükkanı açmak istiyordu. İstiyor da para lazım, dükkan lazım, dükkana eşyalar lazım, lazım da lazım. Bu fikrini annesi Sultan Hanıma söyledi. Ana yüreği bu ya ne edecek, nasıl edecek bilemiyordu. Hasret, bu lokantayı açmak için günlerce düşündü. Lakin çıkar bir yol bulamadı. Yemeden içmeden kesildi. Birkaç arkadaşının görüşünü aldı. Sonunda tanınmış bir tefeciden para istemeye karar verdi. Ama o tanınmış tefeci güvence almadan para vermedi. Bu olayı annesine söylediğinde, gün görmüş geçirmiş Sultan Hanım dehşete düştü. Oğlu Hasret böyle fikirleri kimden öğrenmişti? Aynı anda yüz bin kötülük ve bir o kadar da bela beyninin kıvrımlarında ışık hızında dolaştı. Böyle bir şeye izin veremezdi. Fakat Hasret’in kararından vazgeçeceği yoktu. Tek çare zor günler için sakladığı bilezikler geldi. O gün hiç zaman kaybetmeden kuyumcuya gitti. Bozdurduğu bileziklerin parasını Hasret’e verdi. Kuyumcuya; olur ya ailesinden birisi gelip bilezikleri sorarlarsa bilmediğini söylemesini tembihledi.
Hasret, iki aylık kira, depozito ve emlakçı parasını verdi. Altı aydır kapalı duran lokantayı eşyası ile devraldı. Onbeş gün içinde pilav ve içli köfte dükkanını açtı. Artık Hasret mutlu, gülüyor esprili sözlerle müşterilerine ikramda bulunuyordu. Şimdilik günlük kazancı çok olmasada ileride olacaktı. Mecit efendi ve abileri nereden para buldu? Bu işsiz birisine kim para verirdi diye düşünüyorlardı . Bir hafta sonra paranın kaynağının annesi Sultan Hanım olduğunu öğrendiler. Evde bir kıyamet koptu ki kavgada iki taraf birbirine girdi. Bağırmalar çağırmalar iki sokak ileriden duyuldu. Küçük iki kız kardeş olup bitenlerden hiç bir şey anlamıyorlardı. Annelerinin ağlaması karşısında çocuklarda salya sümük ağlıyorlardı. Kavga geç saatlere kadar sürdü. Gecenin sonunda abileri "O bilezikleri sana yedirmeyiz" diye ant içtiler.
Artık evde iki kutuplu yaşantı vardı. Sanki iki düşman devlet, iki din, iki mezhep ayrılığı, iki yırtıcı hayvan zorunlu bir yuvadaydı. İki küçük kız kardeş barış elçiliği yapmak istiyor fakat onları takan yoktu.
On dördüncü gün sabah dükkanı açmak için gittiğinde gördüğü manzara karşısında sırtından hançerlendigini anladı. Dükkanda cam, çerçeve kalmamış, bardaklar, tabaklar, çatallar kırılmıştı .Bunu yapan kendi abilerinden başkası değildi. Sabahın ayazında bir cehennem ateşine düştü. İçi yanıyor, bedeni bir yaprak gibi titriyordu. Dört saat ne konuştu ne sustu. Ağlamaktan gözlerine kan oturdu. Hasret’in durumunu gören bir hanımefendi ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Hasret, neden sonra başını kaldırıp o hanımefendiye baktı. Kadın hafifçe omzuna dokunarak ayağa kaldırdı. Kırık bir Türkçe ile teselli etti. Sonra elini yüzünü yıkaması için karşı apartmandaki evine götürdü. Evin kapısını açan bir bey, Hasret’in koluna girerek lavaboya götürdü. Elini yüzünü yıkaması için yardım etti. O bey de olanları camdan izlemişti. O evin beyi de kırık bir Türkçe ile teselli veriyordu. Hanımefendi, mükemmel bir sofra hazırladı. Artık Hasret sakinledi. Mutfakta kahvaltı sırasında neler olduğunu ve daha neler olabileceğini tek tek anlattı. Ev halleri, babası, abileri ve en önemlisi annesi Sultan Hanım’ın yaptıklarını ayrıntılı ve ne eksik ne fazla anlattı. Ev sahipleri biraz dinlenmesi için Hasreti ikna ettiler. Evin beyi ve hanımefendisi yabancı dilden bir şeyler konuşuyorlardı. Hasret kanepeye uzandı. Uyandığında pencereden dükkana baktı. Etraftaki cam kırıkları toplanmıştı. Bir camcı cam takıyordu. Kim çağırmıştı bu camcıyı? Hasret şaşkın şaşkın bakarken hanımefendi kolundan tutarak oturmasını rica etti. Başka çaresi yoktu. Oturdu ve sessizce adamın söylediklerini hayretle dinledi. O devraldığı kapalı lokanta altı ay öncesine kadar bu aile tarafından işletilen küçük içkili bir işletmeydi. Burayı kapatarak daha büyük ve modern bir restorantı Tifliste açmışlar ve burayı kapatmışlar. Tiflisteki restorana aşçı gerektiğini söylediler. Kırılan camlar, tabaklar, bardaklar önemli değildi. Hatta iki aylık kira ve depozito olarak alınan parayı geri vermeyi teklif ettiler. Hasret, şaşkınlık içinde dinledi ne diyeceğini bilemedi. Yalnız bir şartları vardı. Tiflisteki restorantta çalışmasını teklif ettiler.
Hasret, karma karışık düşünceler içindeydi. Bu Gürcü ailenin hem İstanbul’da hemde Tifliste evleri, işleri, dost ve akrabaları vardı. Sevgiye düşman babası ile abilerinin yaptıklarını öte yandan annesi ve küçük kız kardeşlerini düşündü.
Hasret, eve dönüş yolunda; beyninde cam kırıkları ve aldığı teklif karşısında bir duygu yoğunluğu yaşıyordu. Eve geldiğinde annesi Sultan Hanım karşıladı. Hasret’in haline baktı. Bir şeyler olduğunu anladı. Oğluna ne olduğunu sordu. On dakika hiç konuşmayan Hasret, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hıçkırarak konuşmak ne zor şeymiş! Konuşamıyordu cam kırıkları beyninin yaşam bağlarını kesmis, tüm gövdesini kaplamıştı. Annesi Sultan, küçük kızlar ve Hasret koro halinde ağlama seansı sonunda sustular. Güneş batmış alaca karanlık ortalığa hakim olduğu saatlerde Mecit efendi ve diğerleri de eve gelmişti. Evet Hasret’in güneşi de batmıştı. Hasret ve annesi biliyorlardı ki bu işte "dibi görünmeyen kuyuya taş atmak" kimin işiydi! Sonraki gün Hasret, epeyce sonra kalktı. Annesi Sultan Hanım’a kararını açıkladı. Gidecekti. Başkada çıkar yol yoktu. Ama bu gidişi uzun hemde çok uzun olacaktı. Bunu da yalnızca annesi bilecekti.
Öğleden sonra dükkana gitti. Sağlam bir sandalyeyi dükkanın önünde çıkardı. Beyninde cam kırıkları anlamsızca gelip geçenlere bakıyordu. Biraz sonra dükkan sahibi geldi. Hemen bir sandalyede ona çıkardı. Az sonra siyah bir araba ile hanımefendi de geldi. Dükkan sahibi gayet ciddi şekilde "Haydi gidiyoruz" diyerek Hasreti arabaya kadar götürdü. 6-7km sonra bir notere girdiler. Çok ayrıntılı şekilde hazırlanmış sözleşmeyi noter katibi okudu. Taraflara uygun olup olmadığını sordu. Hasret ne diyeceğini bilemedi. Dükkan sahibi başı ile onaylanmasını işaret etti.
Dört gün sonra İstanbul havaalanı ndan kalkan uçak Tiflis uluslararası havalimanına indiğinde saat akşam 20:50’yi gösteriyordu. Hasret’i bir butik otele götürdüler. Kendi dillerinde bir şeyler konuştular. Sonra hanımefendi yine kırık Türkçesiyle birkaç gün bu otelde kalacağını sonrasına bakacaklarını söyleyerek ayrıldılar.
Hasret, odasına çıktı. Eşyalarını yerleştirdi. Sonra duş alarak yatağa uzandı. Kafasındaki cevapsız sorulara kendini kaptırdı. Neden bu aile benimle bu kadar ilgileniyordu? Bir taraftan mutlu oluyor, diğer taraftanda korkuyordu. Bu soruları düşüne düşüne uykuya daldı. Ertesi sabah saat on gibi hanımefendi ve eşi otele geldiler. " Eşyaların burada kalsın birazdan işe gidiyoruz " diyerek İstanbul’da olduğu gibi yine siyah bir arabaya binerek İSTANBUL RESTORANT yazılı lokantanın önünde park ederek içeri girdiler.
Restorantta az müşteri vardı. Fakat restorant çalışanları bir gelin süzgünlüğünde saygı göstererek yine kendi dillerinde "hoş geldiniz" dediklerini tahmin etti. Kadınlı erkekli yedi çalışan aynı şekilde Hasret’e de referans yaptılar. Buradan da anlamıştı ki bu sıcak karşılamanın nedeni çalışanların daha önceden bilgisi vardı. Çalışanlar tek tek tanıtıldı. Herkes tebessümle karşılarken mutfaktaki sarkıt bıyıklı, göbekli, yaşlı bir çalışan " hoş gelmişsen ben buranın baş aşçısıyam ogul " diyerek karşılık verdi. Uzun yıllar İstanbul’da aşçılık yaptığını ve yaşlanınca ülkesine döndüğünü söyledi. Bu sarkıt bıyıklı aşçıdan başka dikkatini çeken birisi daha vardı. Saçları topuz modeli, sarı , pembe, yeşil, mavi, turuncu boncuklu bileklikler takmış süslü garson kız dikkatini çekti. Dikkat çekme söz gelişi, neredeyse büyülenmiş, cennetteki meleklerin güzellik yarışması birincisi bu kız olmalıydı.
Bir kaç gün sonra Hasret, tüm cesaretini toplayarak bir türlü yanıtını bulamadığı o soruyu hanımefendiye sordu. Neden kendisiyle bu kadar ilgileniyordu? Hanımefendi biraz sessizlikten sonra gözlerinden yaşlar döküldü. Aynı Hasret’in yaşlarında ve çok çok benzeyen oğlu, bir dağ tırmanışı sırasında o trajik kaza olmuştu. Ve yüksek kayalıklardan düşerek paramparça olmuştu. Bu yüzden Hasret’i oğlunun yerine koymuştu. Hasret, çok duygulandı ve üzüldü.
Hanımefendi ile eşi, artık Hasret’e karşı oğul sevgisi ile bakıyorlardı Mariam ile Hasret arasındaki ilişki aşka yelken açtı. Aradan bir buçuk yıl geçtikten sonra birbirine öylesine bağlandılarki tarifi mümkün değil. Birbirleri için her şeyi göze aldılar. Gerekirse yurt, din, uyruk hatta akla ne gelirse yapmaya hazırdırlar. Bu aşka Mariam’ın annesi Natia’nın şiddetle karşı çıkması umurlarında değildi. Mariam’ın babası sarhoş Levan’da kızının evliliğinden yanaydı. Bu olayda hanımefendi bütün ağırlığını ve nüfuzunu kullandı. Hanımefendi, tüm masrafları karşılayacaktı. Düğün için bütün hazırlıklar tamamlandı. Düğün günü tespit edildi. Hasret’in bir isteği vardı. Düğününe annesi Sultan Hanım’ında gelmesi gerekiyordu. Hanımefendi "o iş bende" diyerek İstanbul’a gitti.
Sultan Hanım, şöyle bir mektup bırakmıştı.
" Mecit efendi, kapına geldim yokluğu, acıyı öğrendim. Artık beni arama bulamazsın. Memleketin bütün evlerini, sokaklarını, yollarını arasanda beni bulamazsın. Bir evladımı sürgün ettin bende iki kızımla sürgüne gidiyoruz. Boşuna arama" diyerek mektubu koltuğun üzerine bıraktı.
Aradan üç yıl gibi uzun bir süre geçtiğinde Hasret, kafasında cam kırıkları dolu bir şekilde; annesine şöyle bir haber verdi. Büyük abim hırsızlıktan, öteki ise gece kulübünde bir kadını ağır yaralamaktan hapse düşmüşler. Babam ise nerede olduğu belli değilmiş. O sırada annesi Sultan Hanım’ın gözlerinden yaşlar yanağından aşağıya yağmur damlası gibi dökülüyordu.
22/01/2025
Ömer Yalçın