7
Yorum
18
Beğeni
0,0
Puan
861
Okunma

Kelimesi Elinden Alınan İnsan
Dünyanın dönüş hızı değişti mi bilinmiyordu ama dünyanın baş döndürücü bir hızla değiştiği bir zamandan geçiyorlardı. Kimse okumuyordu. İhtiyaç da yoktu. Çünkü herkes her şeyi zaten biliyordu. Hem herkesin bir diploması birçok da sertifikası vardı.
Düşünmeye de ihtiyaç yoktu. Zaten onların yerine her şey daha önce düşünülmüştü. Ne giyecekleri ne yiyecekleri, hatta kimi alkışlayıp kime lanet edeceklerine kadar her şey düşünülmüştü.
Hiç kimse hiçbir şeyi umursamıyordu. Çünkü umursamak demek sorgulamak demekti. Böyle bir küstahlığa kalkışmaya da gerek yoktu. Kimsenin bir fikri de yoktu. Bir fikir üretme gereği de. Çünkü kimsenin başka bir kimsenin fikrine de ihtiyacı yoktu. Zaten herhangi bir fikri merak eden de yoktu.
İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde kimsenin şahitlik etmediği bu drama sahnesinin en acı repliği, umursama yetisini kaybetmiş insan topluluğuydu. Dünya kara bahtından vurulmuş kristal insan çöplüğüne dönüşmüştü.
Devrimler yeni bir gelecek inşa etmek adına geçmişi reddederken, insanoğlunun kelimesini de elinden almıştı. Bu nedenle insanoğlu yavaş yavaş insanlık denilen erdemden de uzaklaşıyordu. Kimi atalarının kutsadığını kutsarken, kimi ise bir kurtarıcı bekliyordu. Devrimleri reddedenler de atalarından kalma adetleri sorgusuz alıyorlardı. Atalarının puta mı Tanrı’ ya mı taptığı umurlarında değildi. Oysa İbrahim’in atasının dini ile İsmail’in atasının dini arasında büyük bir fark vardı.
İnsanoğlu gittikçe kalabalıklaşıyor, kalabalıklaştıkça yalnızlaşıyor, bireyselleşiyor, bireyselleştikçe koca bir sürü haline geliyordu. Paça boyları yukarı doğru sıvanıyor, gömlek düğmeleri aşağı doğru açılıyordu. Buna karar veren özel modacıları vardı. Demiştik ya ne giyilecek, ne yenilecek, ne alkışlanacak, ne lanetlenecek her şey önceden düşünülmüştü.
Kimi bir kenarda durup Tanrı’nın Lucifer’i cezalandırmasını beklerken, kimi ise Allah’ın şeytanı cezalandırmasını bekliyordu. Bedava bir yol bulmuştular. Tanrı en iyisini bilirdi. O yüzden göz yaşları üzerine kurulmuş saltanatların devrilmesi için dua ediyorlardı. Sadece dua ediyorlardı. Israrla dua ediyorlardı. Avuçlarını açanda vardı. Avuçlarını birbirine kapatanda. Ayrı yolun insanları aynı yöne doğru dua ediyordu. Yaratıcının verdiği her görevi dua ederek Yaratıcıya aktarıyorlardı. Oysa Yaratıcı onlara birçok sorumluluk vermişti. Ondan kurtulmak da kolaydı. O nu da inkâr ediyorlardı.
İdrak seviyesi değişen insanın, evhamları da değişmişti. Kaygıları da korkuları da değişmişti. Gelenekten gelen anlatılarda, geleceğe dair anlatılar da bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü geçmişiyle rabıtası koparılmış olan modern insanın hakikatte bir gelecek tasavvuru da yoktu. Köklerinden kopuk, kadim geleneklerinden uzak, kurumaya terkedilmiş insana sanki üzerine pekte uymayan yeni bir deli gömleği giydirilmişti.
Sefalet, savaşlar, krizler derken insan; kendinin bilmediği ve tarihin hiçbir döneminin de tanık olmadığı bilişim çağının içinde buldu. Onun yerine düşünen yazılımlar, çalışan cihazlar vardı. Gittikçe robotlaşan insan yeni robotlar üretmişti.
Hızla değişen dünya insanın aklını alırken, nesneler akıllanıyordu. İnternet, akıllı telefonlar, sanal oyunlar, akıllı robotlar, bilgisayarlar, tabletler derken yapay zekayla tanıştı. İnsan oğlu bu cenderenin içinde artık sadece bir serzenişten ibaretti.
Devam edegelen sefaletle birlikte kontrolsüz bir şehirleşme ile geçmişle rabıtası kopan insanın, ana damarlarından biri olan doğa ile rabıtası da kopmuştu. Kendi eliyle tavanı ve tabanı kendisine ait olmayan modern kafesler icat ettiler. Diğer insanlarla araya sadece bir duvar ören insan, sanki bir mil ötedeymiş gibi yaşamaya başladı. Doğanın kışın ölüp yazın yeniden nasıl dirildiğini görmedi. İneğin nasıl süt verdiğini, koyunun nasıl kuzuladığını, tavuğun nasıl yumurtladığını da. Her şeyin fabrikadan geldiğini sanan insan, fabrikasyon bir yaşama alışmıştı.
Bu kontrolsüz bir şekilde büyüyen fabrikasyon insan türünün, Yaratıcı ile de rabıtası kopmaya başlamıştı. Kendince haklıydı da. O kadar dua etmesine rağmen Yaratıcı hiçbir savaşı, hiçbir kötülüğü durdurmamıştı. Ateşli silahlar yerini kimyasallara, kimyasallar ise biyolojik silahlara bırakmıştı.
Kendi sorumluluklarını unutan insan derin bir uykuya dalmıştı. Bir gün uyandığında aşağılanmış bir eşikten geçiyordu. Gömleği önden yırtılmış, bütün vakarını yitirmiş, erdemleri elinden alınmıştı. Tüm mahremiyeti de sosyal denilen bir mecrada sergileniyordu. Bir şeyler söylemek istedi lakin daha önce kelimesi elinden alınmıştı. Ne diyeceğini bilemedi.
Her zamanki mahcubiyetiyle yeni efendilerine hürmetlerini sundu. Ve sadakatle koşturmaya ve hizmet etmeye devam etti.
*