- 115 Okunma
- 1 Yorum
- 4 Beğeni
İki Fincan Kahve
Kocasının peşinden, elleri ceplerinde, evliliğini sorgulayarak yürürken, adamın iri adım aralıklarında küçüldüğünü hissediyordu. Günlerdir çektiği bel ağrılarından olsa gerek, yetişmekte zorluk çekiyordu.
Birbirlerinin adımlarını takip ettikleri ama birbirlerinin telaşına yetişemedikleri zamanlar çok olmuştu. Birbirlerine seslerini duyuramadıkları, birbirlerinin sesini duymadıkları… hayat, uzunca yıllar, onları, çevresinde olup biten, gelip geçen olaylardan ve insanlardan muaf tutmamış, adına acı/tatlı denebilecek onlarca tecrübe yaşatmıştı. Yılların evliliği onlara birkaç çocuk ve bir sürü yaşanmamışlık armağan etmişti. Artık birçok şeyin alışkanlık olduğu, kimsenin kimseden farkının olmadığını düşündükleri o evreye geçmişlerdi bilincinde olmadan.
Varlığını gün be gün daha belirgin hissetmeye başlayan kadın, cebinde eline gelen sigara paketini sıkıyordu. Montunun fermuarını boğazına kadar çekmiş, tek kişinin sığdığı kaldırımda, önünden akıp giden iri adımları ıskalaya ıskalaya, az da sendeleyerek yürüyordu bel ağrısından.
Rüzgar, kulaklarını, burnunu sıyırıyordu yanından geçip giderken. Yaşamak zaten hep bir ıskalamak, sıyırmak aralığıydı olayların. Güzel zamanlar uzun zamandır yoktu. O kadar uzun zaman olmuştu ki, bir zamanlar varlar mıydı bilemiyordu kadın. İnsan alışıyordu çünkü. Olması için canını verebileceği ama ne yaparsa yapsın olmayan şeylerin olmayışına, yokluğa… insan nankör bir varlıktı ve kendinden başlardı inkara.
“Buralarda bir kafe olacaktı.”
“Dönüşte içeriz kahveyi, işini hallet önce, geç kalacağız yoksa.”
Herkeste şeylere geç kalma korkusu vardı. Bir buluşmaya, toplantıya, otobüs, trene, hayata… bir fincan kahveyi bile teğet geçmeyen zaman, insanın telaşını nasıl umursardı.
“Başım ağrıyor, anlamıyor musun!”
Cevap vermeden adımlamaya devam ederken köşe başında durdu adam, trafik ışıklarının hemen yanında.
“Bak burada. Biliyordum burada bir kafeterya olduğunu.”
İçeri girdiler yine peş peşe. Hayat da böyleydi. Peş peşe… birilerinin peşinden, hep peşinde! Neyin peşinden gittiğini bilmeden gece erkenden uyuyup, sabah erkenden uyanan insanlarla doluydu dünya. Kadın kendini onlardan biri sayamıyordu. Zira hayat herkese aynı amaç için savaşma gücü vermiyordu.
Kadın, üstün körü yerleştirilmişçesine konumlandırılmış masa sandalyeleri şöyle bir süzdükten sonra barmenin de anlamadığı yabancı bir dilde kocasına mırıldandı.
“Sinekler cirit atıyor.”
“Hı?”
“Baksana sanki terkedilmiş.”
“Boşver, kahvemizi içip çıkalım.”
Barmen, bir kadındı. Elindeki telefonda yüksek sesle ve içeri giren müşteriyi kale almadan, ilgilenmeden konuşmaya devam etmesi, kadının mekândan duyduğu huzursuzluğun tuzu biberi oldu.
“Biz de geldik, ama…”
Bunu yine mırıldanarak ve barmenin anlamadığı o yabancı dille söylemişti.
“Şş!”
“Bu ne kayıtsızlık ya!”
Kocası ellerini pantolonun cebinden çıkarıp sağı solu gözlemlerken kadın, elleri hala montunun ceplerinde, bankın önündeki yüksek tabureye ilişti ağrıyan belindeki ağırlığı ve ağrıları bırakırcasına.
Barmen, aileden biriyle konuşur gibi günlük rapor veriyor gibiydi. Konuşması devam ederken bir an kapatacak gibi oldu, kapatmadı. Adam ve kadının yüzüne baktı.
“Kahve mi?” Diye sordu.
“Evet, iki kahve.”
“Ben macchiato istiyorum,” dedi kadın.
“O zaman bir kahve, bir macchiato?”
“Evet, teşekkürler.”
Elindeki telefonu omzuyla kulağı arasında kıstırarak konuşmaya devam ederken, makinasından iki fincanlık kahve öğüttü, kahve makinasına taktıktan sonra altına iki küçük fincan koydu ve düğmesine bastı.
İçinde iki müşteri ve barmenden başka kimsenin bulunmadığı kafeteryanın içini mekanik bir böğürme kapladı. Makinanın sesi kulakları doldururken kadın, küçük bir kaba biraz süt boşalttı. Telefon hala omzu ve kulağı arasında duruyor, rapor vermeye devam ediyordu.
İçeriyi mis gibi, sıcacık bir kahve kokusu almaya başladığında, makina işini bitirmiş fincanlara kahveyi çoktan boşaltmıştı.
“Seni daha sonra arayacağım. Merak etme, ben hallederim. Görüşürüz!” dedikten sonra, Barmen nihayet telefonu kapattı.
Makinanın önünde iki yudumluk kahvelerin dolduğu fincanları alıp bankodaki fincan tabaklarına bıraktı. Daha önce kaba koyduğu sütü, makinanın süt ısıtan bölmesindeki rezidansla ısıtırken özür dileyerek müşterilerine döndü.
“Kusura bakmayın. Çok özür dilerim ama telefondaki kaynanamdı. Kapatamazdım.”
“Hiç sorun değil lafı olmaz,” diyen adama, karısı dönüp alaylı bir bakış atarken yine yabancı diliyle, barmenin de duyamayacağı bir tonda,
“Anlıyormuş gibi yapma. İkimiz de kaynana görmedik,” dedi yarım ağız gülümseyerek.
“Kaynana olunca akan sular durur,” diye devam etti adam karısının verdiği tepkiyi görmezden gelerek.
“İnanın öyle, haklısınız ama bu başka. Benim kocam yok ama kaynanam var,” dedi barmen kadın.
Karı koca göz göze geldiler.
“Evet, evet! Eşim öleli bir yıl oldu ama hala alışamadım. Kaynanamla görüşüyorum.” Diye devam etti. Konuşurken dolmuş gözleriyle fincanlardan birine biraz süt doldurdu.
“Çok üzüldüm. Henüz çok tazeymiş acınız.”
“Teşekkür ederim. Daha alışamaya çalışıyorum ama çok ağır.”
“Nasıl kaybettiniz kocanızı?” Diye sordu adam. Çoğu kez merak ettiğinden değil, sadece konuşmak için ağzını açtığını, sorular sorduğunu düşünürdü kadın. Adam da zaten çoğu zaman sadece konuşmak için konuşurdu.
“Dağda. Talihsiz bir dağ kazası geçirdi. Üstüne bir kaya düştü.”
Bunu söylerken gözleri daha da nemlenmiş, kızarmış, yüzünün ifadesi daha da asılmıştı.
“İkimizin de kaynanası yok,” diye araya girdi kadın.
“Nasıl, uzaktalar mı?”
“Hayır. Kocamın annesi henüz nişanlı olduğumuz yıllarda hayatını kaybetti. Benimkisi de yıllardır alzheimer. Bu yüzden ikimizin de kaynana gördüğü söylenemez.”
“Bu çok üzücü. Benim babam da eşim öldükten sonra ufak tefek hafıza sorunları yaşadı. Seni anlıyorum.” Dedi Barmen ve ekledi, “Bunlar birer sınav.”
“Evet öyle, hayatın kendisi bir sınav değil mi zaten? Annem mesela, telefonda her konuştuğumuzda yeni baştan tanışmak zorunda kalıyoruz. Hatta konuştuğumuz on dakika içerisinde birbirini takip eden tanışmalar gerçekleştiriyoruz bir kaç dakika aralıklarla,” diye ekledi kadın barmenin sözlerinin üzerine.
“Evet, kesinlikle öyle! Hayatın kendisi bir sınav. Sizin adınıza çok üzüldüm.”
Kısa, derin, kulak çınlatmaya yetecek kadar sağır bir sessizlikten sonra, “On yaşında bir kızımız var. Ben elli bir yaşındayım. Kocam benden on yaş küçüktü. Yaşımın büyük olmasından ötürü kızımız için çok endişeleniyordum ve bu konu her açıldığına ona, bana bir şey olursa kızımıza iyi bakmasını söylüyordum. Oysa tüm şu yaşadığıma bak! O gitti, ben kaldım.”
Adamla kadın göz göze geldiler.
“Çok üzgünüm. Acını paylaşıyorum,” demekten başka bir şey diyemedi ikisi de.
Kahvelerini bitirmişlerdi. Kadın ağrıyan belini zorlayarak oturduğu tabureden kalkarken, barmene sıcak bir tebessüm ederek,
“Acını paylaştığın için teşekkür ederiz. Bundan sonra güzel şeyler yaşamamı dilerim,” dedi ve iyi günler dileyip önünde yürüyen kocasının küçülmüş adımlarını takip ederek dışarı çıktı.
Köşeyi döner dönmez kocasının kolundan tutup durdurdu, yüzüne baktı ve topuklarını kaldırıp, ağrıyan beliyle kocasına sıkı sıkı sarıldı.
“Hangimizin daha önce hayatını kaybedeceği bilmiyoruz ama ikimizden biri kötü, yarım hissedecek,” dedi yaşarmış gözleriyle.
Adam bir şey demedi. Kadının elini tuttu yürümeye devam ettiler.
Bazı zamanlarda sorgulamanın anlamı yoktu. Bazı yaşanmışlıklar, hayatın var zannettiğimiz tüm anlamını, anlamsız kılar. Bu, iş sözleşmesine dönüşmüş evlilikler veya öyle olduğunu zannettiğimiz evlilikler için de öyledir. Bazen, hayatın bizi incitebileceğini zannettiğimiz inceliklerimizi, değerlerimizi ve fikirlerimizi korkurken, hiç olmadık bir yerden yara aldığımızda anlarız, “esasında her şeyin aynı değerde, önemli olduğunu.”
Belki de dedikleri gibi, “kendimizi bulmamız için kaybetmemiz gerekiyordu.”
.
.