Modern Bilimin Kökleri-3
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mit Nedir, İnsan Düşüncesinde Ne Zaman Belirdi ?
Modern bilimin ilk oluşumunda (mayalanmasında) mitsel yorumlardan da esinlendiğini yadsınamaz. Bu nedenle, "bilimsel düşünce"nin ne anlama geldiğini ve nasıl oluştuğunu kavrayabilmek için, ondan önceki düşünce biçimini, yani “mitsel düşünce"yi bilmek gerekir.
Mit, yaşamı açıklamaya çalışan tanrısal hikayelerdir. “Uygarlık Süreci-1” derleme yazımda (Bkz: Medyasiirt) “Neolitik dönüşüm”ün insan düşüncesinin kritik bir evrimi olduğu kaydedilmişti. Bu dönemin öncesi açık bir biçimde bilinmemekle birlikte ilk insan kümelenmelerinin olduğu dönem olduğu öngörülmekte ve MÖ 40 000 –10 000 yıllarını kapsayan “Eski Taş Çağı” olarak adlandırılmıştır. Bu süreç materyalistler tarafından “yabanıllık dönemi” olarak nitelenmiştir (Bkz: Uygarlık Süreci-1, Medyasiirt). Kümelenerek toplu yaşamak insan soyunun varolabilmesi için zorunluluktu. Çünkü insan zayıf yaratıktır. Hayatını sürdürebilmesi için birarda yaşamak zorundadır. Böylece, bir yandan toplu yaşamın bir sonucu olarak kültürün ortaya çıkması ve bu sayede (silah da dahil) araç-gereç üretimini başarırken, diğer yandan topluluğun (sürünün) savunma gücünde kendisini tehlikelerden koruyabilmiştir. İşte bu süreçte, doğa ile kurdukları ilişkilerde deneyim azlığı, bunlardan sağlanan anıların birbirinden kopukluğu, genellemeye gitme olanaklarının kısıtlılığı vb nedenlerden dolayı, başka bir söylemle insanın doğa karşısında hem bedenen, hem de bellek bakımdan zayıf (aciz) olması nedeniyle, gözlemlediği doğanın dışında güçler hayal ederek onlara sığınma gereksinimi duymuştur. İşte bu sığınılan güçler “metafizik” ya da “doğaüstü” (doğanın dışında) güçler olarak nitelenmiştir.
Kısacası, ilk insanlar, başta ölüm olmak üzere, doğum, yağmur, fırtına, sıcak- soğuk, yansıma, vb doğada cereyan eden olaylara akıl erdirmek, yorumlayabilmek, yani onlara egemen olmak için doğanın dışında (doğaüstü) bir takım güçlerden yardım istemişlerdir. Yani, ilk insanlar önce akıllarına güveniyorlar, sonra doğanın dışındaki mitsel-tanrısal-sır) güçlere güveniyorlar. Metafizik düşünce, atalarımızın somut-pratik uğraşları sonuncu geliştirdikleri bir düşünce sistemidir. İnsan evrimleştikçe –uygarlık yolunda ilerledikçe- bu düşünce de büyü-sihir-din gibi evrelerden geçerek sonunda bilimsel düşünceyi doğuracaktır.
Gerek geçmişte, gerekse zamanımızda yaşayan ilkel insanların doğa ve dünya üzerinde çok dikkate değer görüşleri kavramaya çalışırken Animizm kavramı kullanılmıştır. Animizm, dar anlamda, ruhla ilgili kavramlar kuramı, geniş anlamdaysa genellikle tinsel (ruhsal) varlıklar kavramıdır; dışardan cansız görünen doğanın ruhlandırılması yani canlandırılmasıdır.
İlkel insanlara göre, dünya insanlara iyilik ya da kötülük yapan birçok ruhsal varlıkla doludur. İlkeller doğa olaylarının nedenlerini bu cinlere ya da şeytanlara yüklemektedir. Bundan başka yalnızca hayvanların ve bitkilerin değil, cansız şeylerin de bu ruhlarla canlandırıldığına inanılmaktadır. Bu, Sigmund Freud (1856-1939) tarafından “ ilkel doğa felsefesi” olarak nitelendirilmiş ve günümüzde de bu felsefenin bazı ilklerini yaşadığımızı kaydetmiştir. (Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14. Türkçesi: ) Bu ruh görüşü animizm sisteminin ilk çekirdeği olarak kabul edilmiştir. Cinler ise bedenden kurutulan ruhlardır, insan ruhuna benzetme yoluyla hayvanlarda, bitkilerde ve eşyada da ruh olduğu düşüncesinin doğduğu öngörülmektedir.
Ancak, acaba ilkel insanlar bu animizm sisteminin dayandığı ruh ve beden ikiliği görüşüne nasıl varmıştı? Freud, bu soruya şu önermeyi getirmiştir: "Sanıldığına göre bu görüş, uyku (düş) ve uykuya benzeyen ölüm olaylarına bakarak insanları bu kadar yakından etkileyen bu durumları açıklama çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. ... ölüm bu görüşün ortaya çıkışının başlangıç noktası olsa gerektir”
Animizm kavramının ortaya çıkmasında düşlerde görülen imgeler, gölge, yansıma gibi gözleme ve deneylerin oynadığı sanılan rol üzerinde de tartışmalar olmuş , fakat bunlar hiçbir sonuca varmamıştır. Freud, ilkel insanın bu düşünüş biçiminin doğal bir durum olarak değerlendirmiştir. “ Kendini düşündüren olaylar karşısında ilkel insanın kafasında bu ruh kavramının doğmasında ve sonra bu kavramı dış dünyadaki eşyaya kaydırmasında doğal olmayan gizemli bir sır görmemeliyiz” (Freud: Totem ve Tabu, s:15.)
Freud, Animizm kavramlarının birçok ulus arasında ve birçok devlette birbirine benzediğini, dolayısıyla bu kavramların efsane kurucu bilincin zorunlu ruhsal ürünleri olduğunu ve ilkellerdeki animizmin, görebildiğimiz kadarıyla insanların doğa halinin ruhlandırılmış bir anlatımı sayılabileceğini ileri sürmüştür. İlk insanın cansız doğayı canlandırması modern çağın bilim adamları tarafından haklı görülür: “ Bütün insanlıkta her şeyi kendisi gibi görme ve yakından tanıdığı ve bildiği nitelikleri her şeye kaydırma eğilimi vardır.” (Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14.)
Animizim –ilkel de olsa- bir düşünce sistemidir, tek bir olayı açıklamakla kalmaz, bütün dünyayı bir noktadan bir süreklilik olarak kavrayan bir açıklama verir. Bilim adamları, zamanla bu düşünce sisteminin “mitolojik düşünce”, “dinsel düşünce” ve “bilimsel düşünce”ye kaynaklı ettiği konusunda aynı düşüncededirler. İnsanlığın ilk düşünce sistemi olan “animizm” bugün bir psikoloji kurumudur. İster boş inançlarda olduğu gibi eski çağlardan kalan bir kalıntı biçiminde, ister dinimizin, inançlarımızın, felsefemizin temelinde olduğu gibi yaşayan biçimde olsun, bu görüşün bugünkü yaşamımızda hala ve yeni bir şekilde yer alır. Rüya yorumlarını, fal baktırmayı, yatır-mezar ziyaretlerinde gaipten isteklerde bulunulması, vb. bu bağlamda düşünmek gerekir.
Düşüncenin evrelerine bakıldığında, animizmin kendisinin henüz bir din olmadığı, ancak daha sonra dini doğuracak olan ilk koşulları oluşturduğu görülür. Efsaneler (mitoslar) animizmin temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak, insanlığın, en eski dünya görüşü olan animizmin sırf bilgi hırsıyla yaratılmadığı, insanın doğaya egemen olmak gibi uygulamalarıyla ilgili gereksinimleri bu düşünce değişmesinde başlıca etken olduğu sanılmaktadır. Böylece, insanlar, hayvanların ve eşyanın yanı sıra büyü-sihir yöntemleriyle cinler- ruhlar, dolayısıyla bunların oluşturduğu doğal olaylara da egemen olurlar, en azından düşünce bazında. Mitler evrenin ve inansın yaratılışı, dahası, doğa güçlerini birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da veriyorlar. Burada temel sorun insanın doğa karşındaki şaşkınlığıdır. İnsan bu şaşkınlığına, doğal olmayan, doğada bulunmayan güçlerle çözümlemeye çalışıyor ve "mit"i yaratıyor. “Toplum, önce, kendi düşünce ortamına, uygarlık aşamasına göre inançlarını yaratma eylemine koyulur, sonra döner kendini bu yarattığı inançlarla biçimlendirir.”( İ. Zeki Eyüpoğlu: Bütün Yönleriyle Bektaşilik, S: 47)
İlk animizm tekniği olan sihir, doğa olaylarını insanın istencine bağılı kılar, inanı düşmanlarından ve tehlikelerden korur, insanlara düşmanlarına zarar verme gücü kazandırır. Sihir, en kısa olarak, “zihinde kurulan bir ilişkiyi gerçekte olan bir ilişki sanmak” olarak tanımlanmıştır. (Freud: Agy, s:18.)
Sihirden sonraki animizm tekniği “büyü”dür. Büyü’de temel olarak, belirli koşullar altında insanlara nasıl davranılıyorsa, ruhlara da öyle davranma yoluyla, yani onları hoşnut etme, uzlaştırma, bizi kayırmalarını sağlama, gözlerini yıldırma, güçlerini ellerinden alma, kendi istenci altına sokma yoluyla “ etkileşme sanatı” dır. Bütün bunlar yaşayan insanların üzerine etkisi olduğu görülen yöntemlerin aynı olan yöntemlerle yapılmaktadır. Efsaneler (mitler), evrimin daha yüksek evrelerinde –büyük olasılıkla tarım devrimi: demir çağı başlangıcı- görülür. Bunlar eski sihir kalıntılarını taşırlar.
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılan, sihrin özünde doğa yasalarının yerine psikolojik yasaların konmamsı olduğudur, yani bir aynılamadır. Ancak, buradaki dinamik, yani insanları animistik yöntemler uygulamaya yönlendiren kuvvet, ilkel insan bu yöntemlerle istediği şeyleri elde etmek istemesidir. Yani insanın doğaya egemen olma tutkusudur. Sonunda bu din tekniği de (uygar dünyada) terk edilmiş bunun yerine yağmurun yağmasında havayı etkileyen güçlerin neler olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. İşte, bu doğa güçlerini bu şeklide ilk kez açıklamaya çalışan insanlar Eski Yunanistan’daki “doğa filozofları”dır. (Ülkemizde hala “ yağmur duası”na çıkmak sık uygulanan bir animizm tekniğidir.
Bizi, konumuz açısından daha çok ilgilendiren efsaneler-mitlerdir. Çünkü bilimsel düşünce, doğanın-yaşamın mitsel anlatımı yerine, duyularla algılanan evrenin anlatılmasıyla başlamıştır. Mitler, doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürünü öykülerdir. Mitin simgesel ve kutsal bir ağırlığı olur. Yüzyıllar boyunca ayrı toplumlarda ortaya çıkan bu öyküler birbirlerinden beslenerek zenginleşmişlerdir. Örneğin, Hint, Semit ve Mezopotamya mitlerinin Yuna mitolojisine girmesi gibi. Örneğin, Afrodit’in hem Sümerlerde , hem Kenan ülkesinde karşılığı vardır. Dionysos da Lidya ve Frigya’dan alınmadır ve Asya’nın büyük anası Kybele ile yakından ilgilidir. Tufan öyküsü Mezopotamya’da gelişir. Orada mit, Fırat’ın yıkıcı kabarmalarına dayanan haklı korkuya uygun düşüyor. Bir devin koruduğu ölüler ülkesi saplantısı da Mezopotamya’dan gelmedir. Altın çağ ise Mısır’dan gelmiştir. Tüm bunlardan anlaşılan yerleşik toplumların aralarında onları uygarlık yönünde ilerleten kültürel alış-verişin sürekliliğidir. Örneğin, “Gılgamış destanı”, Babillilerin ulusal destanıdır. Babilliler bu destanla, Yunalıların ulsual destanları İlyada’yı oluşturmasından çok önce, eski kavimlerde görülmeyen bir yapıt yaratmışlardır. Babillerin bu farklı sanat gücünü gösterbilmeleri, kendilerine miras kalan düşünceyi verimli bir biçimde kullanabilmiş olmalarındandır. Sümer düşlemi, görkemli mitolojik biçimler yatatmıştı. Bunlar, zengin düşlemlerini işletip gerçeklleştirerek büyük destan biçimini yaratmışlatrdır. Babillilerin Gılgamış destanında üçüncü bölümünde geçen “Tufan” öyküsü ve “Nuh”un tufandan kurtulduktan sonra ölümsüzlüğü elde etmesi düşüncesi, tümüyle Sümerlerin malıdır.
Özet olarak, Mitler evrenin ve insanın yaşartılışı, dahası doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da veriyorlar. Diğer bir söylemle, Mit, yaşamı açıklamaya yönelik tanrısal anlatıdır. İnsanlar çoğu zaman mitle ilişkili dinsel törenler de yaparlardı. Kurak ya da kötü geçen bir mevsimle insanların yapabileceği, bu miti canlandırmak olabilirdi. Örneğin. bunun dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan çeşitli toplumlar tarafından yapılan çok çeşitli örnekleri vardır. Doğa olaylarını hızlandırmak için dünyanın pek çok farklı yerinde insanların bu şeklide “ mevsim mitlerini” canlandırdıklarını biliyoruz. Bunlar eski sihir kalıntılarını taşırlar. Örneğin, sihirle yağmur yağdırma ve meyve verimini arttırma bunlardan en önemlileridir. Türklerde “gluglu”, “yağmur duası”, zor bir işin başarılması için ( örneğin sınav kazanmak, teskere alma, iş bulmak, vb ) yatır ziyareti, İskandinav ülkelerinde “Tor”, vb. Daha sonraki evrim aşamasında yağmurun sihirle yağdırılması yerine, evliyalardan yağmur yağdırmalarını rica etmek için tapınaklara gidilerek dua edildiği görülür.
Evrenin bilinmezliği karşısında iç huzur sağaldıkları için de herkes mitlere inanır. Sadece ilk insanlar değil, Modern bilim kurucuları da evrenin karşısında şaşkınlıklarını hayranlıklarını açığa vururlar. Örneğin, en büyük düşünürlerden Rene Descartes, “Doğa her yönüyle bir sihirdir. Bizden daha üst düzeyde olan şeylere, aynı düzeyde olduklarımıza göre, doğal olarak hayranlık duyarız: Bulutları, bazı dağların zirvelerinden biraz daha yukarıda oldukları halde, -onlara bakmak için gözümüzü göklere çevirmek zorunda olduğumuzdan – öyle yükseklerde hayal ederiz ki, ozan ve ressamlar bulutların içinde Tanrı’nın tahtını görürler. “
Dr. Sadık Top( Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
bohun
çok kıymetli bir metin, odağa aldığı meseleyi; birçok açıdan okurun istifadesine sunan ve estetik bağlamlarıyla da serimleyen binyılların bilançosuydu
teşekkürler 🌿
bohun
bohun
Kavramsal Empati Yılmaz S
Bilimsel insanlar kıtalar kaymasını göreli fazla olmadı, lakin 10 bin yıl önceden geriye dönük tahminlerden öteye gidilmiyor. Öncesin daha anlatabilen olmadı. Mısır Piramitleri, Sigiria, Angkor Wat, Gudung Padang gibi yapıları çözemedik. Bunları yapmak için günümüzün bilimi, teknolojisi bile yetmiyor.
Özetle üç seri halindeki yazı ve paylaşımlarınız yine de güzeldi.
Umarım devamı gelir, doyurucu yazı okumak zor burada..
Eksik olmayın üstadım. Saygılarımla
bohun
Bugün, 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden beri (yaklaşık 200 yıl) Batı uygarlığının yarattığı uluslar dünyasında yaşıyoruz. Ancak, insan toplulukları birden bire ulus haline gelmediler, başka bir söylemle çağdaş ulus toplumları oluşturan Batı uygarlığı birden bire ortay çıkmadı; binlerce yılın uygarlık birikimlerinin sonucunda bugünkü konumuna geldi. Bu nedenle, ilk insandan başlayarak uygarlık sürecini kısaca gözden geçirmek gerekiyor.
Uygarlık –aslında- sürecin kendisidir, yani süreci anlatmak onu tanımlamaktır. Bununla birlikte, sözlüklerde birkaç cümleyle tanımlamak bir gelenek olmuştur. Uygarlık, bir insan topluluğunun siyasal ve ekonomik yaşamda, bilim ve güzel sanat alanlarında yapabildiklerinin tümüdür.
Uygar sözcüğünün Arapça’daki karşılığı “Medeni”dir; Medine kentinden olan, yani, “şehirli”, “kentli” anlamındadır. Orhan Hançerlioğolu’nun “Türk Dili” sözlüğünde de şöyle tanımlanmıştır. 1. Düşünce, sanat ve ekonomik alanlarda çok büyük bir gelişme göstermiş olan. 2. Kültürlü, eğitilmiş, görgü kurallarına uyan, çağdaş bir düzeye ulaşmış .
O halde uygar insan, belli bir kültüre erişmiş olan insandır.
İlk insan tipinin, “ Homo Sapiens”, bundan 150 –200 bin yıl önce Orta Afrika’nın bir bölgesinde ortaya çıktığı, evrimleşerek bugünkü konumuna geldiği, dolayısıyla tüm insanların ortak bir gen havuzundan geldiği bugün genel kabul görmektedir. Bu süreye insanlığın tarihi diyoruz. Yazının insanlar tarafından kullanılmaya başlamasından sonraki tarihe “yazılı tarih”, ondan öncesine de “tarih öncesi dönem” denilmektedir. İnsanlık tarihinde “yazı”yı ilk kez İ.Ö. 4000 yıllarında Mezopotamya’da Sümerler icat ettiler-kullandılar. Buna göre, yazılı tarih, İ.Ö. 4000, İ.S. 2000 ( günümüze kadar) yıl olmak üzere toplam yaklaşık 6000 yıldır.
Yazı ilk kez Sümer toplumu tarafından İ.Ö. 4000’lerden itibaren kullanılmasına karşın, İ.Ö. 1200 yıllarından önceki, yani Demir Çağı (Yukarı Barbarlık Aşaması)’nın başlangıcından önceki dönemi açık bir şekilde bilinemiyor. Söz konusu dönemin insan topluluklarının sosyolojik analizini yapan sonraki devirlerde yazılan eserler, okuyucularını geçmişin sisle örtülü uzaklarına götürür ve rivayetlere, efsanelere ve genellikle eski devrin “yaşayan kalıntıları”na dayanarak, yani bir takım arkeolojik ve antropolojik bulgularından yararlanarak, çeşitli teoriler (kuram: faraziye) ve analoji (benzetmelerle, karşılaştırılarak ilişki kurmakla) geçmiş zamanlardaki sosyal ilişkilerinin tablosunu okuyucularının gözleri önünde canlandırmaya, böylece eski sosyal yapı aydınlatılmaya çalışırlar. Bu bağlamda, bugün, insanlığın uygarlık yolundaki etkinliğini ilk taş çağından başlayarak günümüze ulaşan taş, tunç, demir aletlerden, çanak-çömlek gibi günlük yaşamlarında kullandıkları malzemeden, mesken, anıt, Mabed kalıntılarından, taş ve kil tabletler üzerine yazılan yazılardan, mağara resimlerinden, ölülerle birlikte gömülen süs eşyalarından, mumyalardan ve -özellikle Yunan mucizesi ile yazılmaya başlanan- kitaplardan, şiirlerden, tiyatro eserlerinden, olimpiyat oyunlarından, tapınaklardan, kabartma resimlerinden, çizimlerden. vb bütün uygarlık kalıntılarından öğrenilmeye çalışmaktadır.
Buna göre, insanın bilinen tarihi 40 000 yıl, bunun yazılı dönemi ise son 6000 yıldır. Ancak, 6000 yıllık yazılı tarihin son 3000 yılını, özellikle Yunan eserlerinin verilmeye başladığı son 2500 yılını çok kesin olarak biliyoruz. Ondan öncesi gittikçe artan bir “flu:bulanık” durum arz eder ve bu 40 000 yıllık dönem genel tarih kitaplarında çeşitli evrelere ayrılır. Paleolitik Çag (Eski Taş Çağı); günümüzden 40 000 yıl önce; Neolitik Çağ (Cilalı Taş Çağı), günümüzden 10 000 yıl önce; Tunç( bronz) Çağı ( İ.Ö. 3000-1200) ve Demir Çağı, MÖ 1200’lerde başlayıp günümüze kadar gelen süreçtir.
Bu dönemlerden ikisi , neolitik dönüşüm ve demir çağı, uygarlık sürecinde dönüm noktalarıdır. İnsanlar binlerce yıl sürdürdükleri eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşamdan, MÖ. 10 000’lerden itibaren, yerleşik yaşama geçmeye başlamışlardır artık. “Cialı taş Devri” ya da “Neolitik Devrim” olarak adlandırılan bu evre, ön Paleolitik Çağ (Taş Çağı) insanını araç yönünden çok zenginleştirdi ve varoluş koşullarını alt-üst etti. İnsanlar süreç içersinde hayvanları evcilleştirdiler, tarımla uğraşmaya başladılar. Böylece, ilk “Site” oluşumları görülmeye başladı ve zamanla bu siteler “devlet”e dönüştü. Yani neolitik dönüşümün belirleyici niteliği, hayvanların evcileştirilmesi ile birlikte çoğaltılması ve bu sürülerin beslenmesi için tahıl ekimidir. Uygarlık yolundaki bu dönemeç Amerikalı sosyolog Lewis Henry Morgan (1818 –1881) tarafından ” barbarlık aşaması” olarak nitelemiştir.
Demir çağı, insanlığın barbarlıktan uygarlığa geçişini ifade etmektedir. Bu devre “Tarım Devrimi” olarak da adlandırılmaktadır. Ancak, “Tarım Devrimi: Demir Çağı” dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı zamanlarda başlamıştır. Örneğin, Sümer ve Eski Mısır’da MÖ 4000, Babil’de MÖ 2100’lerde, Eski Yunan’da MÖ 1400’lerde, Avrupa’nın diğer kesimlerinde ise MÖ 900’lerde başlamıştır.
İlgili kitaplarda uygarlık kronolojisine bakıldığında, ilk insanların avcılıktan yerleşik yaşama geçmeye (köyler, koloniler oluşturmak) ve toprağı ekmeye ilk başladıkları zaman diliminin İ.Ö. 10 000 yıllarında olduğu görülür. Hayvanların evcilleştirilmesi ve çoğaltılması da bu dönemdedir: köpeğin MÖ. 10 000’de, ineğin ve koyunun MÖ 8000’de evcilleştirildiği öngörülmektedir. İnsanlar ilk kez bu dönemde çanak- çömlek yapmayı, kumaş dokumayı başarırlar. Tarım bu evrede gerçekleştirilir. Bu sürecin klasik adı ”cilalı taş devri ”dir. Bu dönem, hala taş çağında yaşanıyor olmasına karşın insanlığın uygarlık yolunda bir sıçrayışıdır. Bu nedenle de uygarlığın bu evresi “neolitik devrim “ olarak adlandırılmıştır. Bu evre, çağdaş Batı uygarlığına uzanan yolun başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. Çünkü, Etnografik araştırmalara göre, neolitik devrimin en önemli sonucu “site” oluşumlarının görülmesi, hatta bunun da ötesinde “Devlet”e giden yolu açan göçebelikten yerleşikliğe geçiştir.