10
Yorum
20
Beğeni
0,0
Puan
839
Okunma


Sabun köpüğü misali hayatım (hayatlarımız); ilk başta köpürtünce pek hoş, sonrasında köpük sönünce hayat ne de kısa ve de boş...
Hayatla ölümün kavgasında; "üstü çıplak altı yırtık yaşamak adlı vagona, hoş geldin." dedi bir ses -sonradan fark ettiğim kadarıyla bu sesin sahibi: mücadelemin her bir anına şahitlik eden hemşirelerden birisiymiş, lacivert üniformasıyla- yoğun bakım odasında. Yaşıyor muydum yani, kalbim atıyor muydu? Halbuki kaç defa durmuştu kalbim ve de beni terk etmişti, bedenimin asılı kaldığı hastane koridorlarında.
Yarınlar için planlar yaparken, "şu anın içindeki ben bir monitöre bağlı" -bilirsiniz belki, hastanelerde hasta başında bulunan ve kalp atışlarımızı ekranına yansıtan, yaşamla ölüm arasındaki o uzun; belki de uzunun sırtına yaslanmış kısa çizgi- yaşamadığımdan habersiz derin bir komada!
İsyanlarım, umut bağladığım geleceğim, "neden benlerle" sorguladığım kaç gecem kaç gündüzüm geçmişti ya da geçememişti: çaresizliğin sisinde düğümlendiğim yoğun bakım odasında. Her şey ama her şey önemini yitirmişti benim için; göz göze geldiğim duvarların soğuk nefesiydi beni gözetleyen, zamanın isli pusunda!
Tüm vücudum bir kargaşada; ilaçlar, serum şişeleri, tedaviler derken bedenimdeki can, işte yaşamak adına kıyasıya bir savaşta! Acılarımın hırpaladığı umutlarım, vazgeçişlerimin morgunda nasıl da bilinçsizce bir yarışta!
Ah nice bekleyişlerim, endişelerim, korkularım; ucu yanmış sabun köpüğünün çürümüş kokusunda! Hele ki hastane kokusu: zamanın sırra kadem bastığı yıllanmış günlerimin, baharsız dokusunda! -Bilmeyenleriniz için yoğun bakım odası; ölümle yaşamın bedensiz, bedelsiz, yersiz... en karanlık kuyusu ve de varlığın yokluğa şikayet edildiği, duvarlarına sinmiş haykırışlarımın, en derin kuytusu- İğnelerin vücudumda bağımsızlığını ilan ettiği, en soğukkanlı gösterinin adıydı: hiçbir yere sığdıramadığım acılarımın tortusu.
Bilinmezliklerin parçaladığı bedenim; gözlerimden dökülen yaşların sorgusuz, sualsiz en gerçek avuntusu... Günlerce iyileşmeyi beklerken sıkışıp kaldığım yoğun bakım odası; nasıl da geleceğimin sallandırıldığı çıkmaz sandığım yollarımın avlusu...
Rabbim: şükrüm, inancım, yalvarışlarım, yakarışlarım hep sanaydı doğrusu... Muclze miydi sahiden de ölümün teninden tekrar canlanan doğuşumun; damarlarımdaki hissedilen vurgusu...
Ömür dediğimiz şey; kaç şimdinin kaç yarına dönüşeceğinin belirsizliğinde, karanlık ve de belki de bir o kadar aydınlık "ölümlü hayatın" gizemli kutusu...
"Hiçbir vakit tam karanlık değil gece.
Kendimde denemişim ben,
Kulak ver, dinle.
Her acının sonunda açık bir pencere vardır,
Aydınlık bir pencere..." (Alıntı)
NOT: On yıl önce yaşadıklarımın gölgesine hapsolmuş, içimdeki kız çocuğuna ithaf ediyorum bu yazımı...
BÜŞRA DALGIÇ