6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
519
Okunma

“Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”
Büyük Atatürk’ün meşhur sözü çok boyutlu anlamlarla yüklü bir anlatıma sahiptir. Birincil husus Avrupa’nın ilerleme süreçlerine paralel çizgide ülkemizin gerileme evreleri geçirdiği yönündedir. Demem şu ki, Muhteşem Süleyman döneminden Cumhuriyet dönemine bir kalemde geçmediğimiz muhakkak.
Elbette aradaki üç asrı aşkın zaman aralığına yayılan süreçler manzumesinin düz bir çizgide okunması mümkün olmadığı gibi, grafiğin eğrisinin sürekli bir baş aşağı gidişe işaret ettiği söylenemez. Okul kitaplarında okuduğumuz devreler duraklama, gerileme, çöküş başlıkları altında kesintisiz bir ritmi önümüze koysa da yanılgılı ve yanıltıcı bir söyleme ancak karşılık gelecektir. On yedinci asırda bir duraklama yaşandığı muhakkak. Ne ki, dördüncü Murat ve Köprülülerle kendi içerisinde toparlanma, reform hamleleri barındırmaktadır. Yine on sekizinci yüzyıl ağırlıklı olarak bir gerilemeye işaret etse de aralarda bu gerilemeyi belli etmeyen hadiseler de yaşanmaktadır. Elbette Lale Devrinin boğaz boylarında şatafatlı eğlentileri değil kastettiğim. Ne ki, Prut savaşında Çarlık Rusya’sı karşısında sağlanan muzafferiyet hali akla gelebilir de.
Nihayet on dokuzuncu asır üzerinden kalıp bir dağılma ve çöküşü dillendiremeyeceğimiz gibi, idari, askeri, kültürel reformlar da karşılamaz mı bizleri? Hiç kuşkusuz bir yüzüyle hantaldır Osmanlı modernleşmesi. Tanzimat’tan itibaren bir batılılaşma, öykünmeci bir batılılaşma çizgisinde yürümekteyiz. Bir Levanten alafrangalığıdır bu yaşanan. Sultan Abdülmecit döneminde İtalyan müzisyen Donizetti kanalıyla klasik müzikle tanışırız söz gelimi. Ya da İstanbul’da ilk yılbaşı kutlamaları başlar. Osmanlı Opera Kumpanyası gelsin ardından. Bir milli burjuvazi doğurmamaktadır haliyle.
Etki tepki parantezinde Sultan Hamid muhafazakârlığına dönüşmesi boşa değildir açıkçası. Ki Abdülhamid döneminin teknikte modernleşmeci yüzü de vardır. Yine İkinci Abdülhamid’in siyasi zekâsının uzun süre anlamına varılmaz da. Ermeni ve Siyonist çevrelerin pompalamasıyla bir kızıl sultandır gider. İlk defa Fransız parlamentosunda bir Ermeni mebus tarafından ortaya atılır halbuki. Ülkemiz aydınları ve politik çevrelerinde rağbet görmesiyse hazindir gerçekte. İşte bu şekilde Sultan Hamid’e dönük kızıl sultan yaygaracılığı ifrat tefrit kanallarında zamanla bir ulu Hakan söylemini yükseltecektir. Ulu Hakan anlayışı kanımca siyasi bağlamda bir taassuba karşılık gelse de, hakkaniyet çizgisinden de uzak olmasa gerek. Tarih açıktır ki, bir mezarlık senfonisidir. Şu kadar ki, bir de bakarsınız, tezatlı unsurlar arasında kakofonik bir ses uyumsuzluğu yaşanır ve seslendiriciler detone olur. Haliyle çıkan sesler bir ahenk teşkil etmeyecektir.
Tüm bunlarla beraber on altıncı yüzyılda yaşadığımız yükselme devrini takiben batı dünyasını önce bizimle başa baş kılarken, giderek öne geçmekle kalmayıp makas açmaktadır. Bu gelişim ve dönüşümü hamasetten uzak biçimde kavramak gerekir. Her şeyden önce son devirlere ve bugünlere gelişin erken nüvelerini Osmanlı’nın en iyi, seçkin zamanlarında bulabiliriz. Preveze deniz zaferiyle birlikte Ak Denizin bir Türk gölü halini almasında bir noksanlık vardır mesela. Eski Roma’nın tüm güney Avrupa, Anadolu, doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı hakimiyeti altına alması misali, Osmanlı Müslüman Arap fatihlerde olduğu gibi tüm bir güney Avrupa’yı kapatamaz. Bilindiği üzere İspanya, Fransa, İtalya açıkta kalmaktadır. On beş yıllık Hint Seferlerinde okyanus şartlarında muvaffak olamadığımız da tuz biber ekmektedir üzerine.
Öyle ki, binlerce yıllık medeniyetler havzası Akdeniz’in Hint ve Atlantik üzerinden bir yükselişle birlikte ruhuna Fatiha okunmaktadır. İpek ve Baharat yolu hükmünü yitirmektedir. Nihayet bin beş yüz altmış beş tarihinde Malta kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması ve akabinde İnebahtı faciası da Avrupa’ya Osmanlı karşısında öz güven yükleyecektir. Düşünsenize Malta’yı fethetse idik tapınak şövalyeleri Atlas okyanusunu boylamaz mıydı? Kim bilir, İnebahtı dahi bize dönerdi belki de. Bahtımız dönmektedir görünen o ki. Ne yazık ki, bu gelişime direnen, Karadeniz ile Hazar’ı, Don ile Volga’yı birleştirmeyi hedefleyen Sokullu Mehmet Paşa’nın saray oyunlarına kurban gitmesi de erken duraklamaya davetiye çıkartacaktır. Yankılanmaları bugünlere kadar gelen süreçleri tetikler, yanlış anlaşılmasın. Elbette giderek nüve veren ve ritim basan dinsel tutuculaşma, taassup atmosferi, bilimsel gelişime uyum sağlanmaması, sultanların genel olarak saraya kapanması, seferlere ordunun başında çıkmaması, maliyenin bozulması, hepsi hepsi önem arz edecektir.
Öte yandan Atatürk’ün anlam yüklü sözünün ikinci halkası ise batılılardan nasihat almaya doğru yönelim göstermemiz bağlamındadır. “Halbuki, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, planlarıyla yükselebilsin?” demektedir gazi paşamız.
Tam da bu noktada, kimi zaman zannettiğimiz ya da olduğunu öne sürdüğümüz bir husus akla gelebilir. Erken Cumhuriyetin batı dünyasının arzularına tabi olduğu noktasındadır bu. Buna uygun biçimde yükselen, efendim Atatürk’ü dünya kabul etmiş biz anlamına varamıyoruz söylemleri de ters yönde eko yapmaktadır. Bazen de Atamızı batılılar sevmez tarzında tam tersi nidalar. Halbuki Atatürk’ü batılıların ne sevdiği ne de sevmediği doğrudur. Bir saygı forsundan ancak söz edilebilir. Hiçbir ülkeye dış gezi de yapmamıştır Mustafa Kemal. Batı dünyasıyla münasebetler resmi ve mesafelidir. Bir diğer husus ise Atatürk döneminde batının istemlerine uymak bir yana, sorgulanabilecek hatta eleştirilebilecek hususlar dairesinde kendi tasavvurumuzla hareket ettiğimiz noktasındadır. Olgular üzerinden konulara bakmadığımızda tersini zannediyoruz. Tenkide açık ögeler dedim de, sözgelimi Fransız ihtilalinden ve on sekizinci asır düşünürlerinden beslenen Jakobenizm tabir edilen radikal çizgide izlenen siyasetin yankısı bugüne kadar dalga dalga yayılmaktadır. Çok partili dönem uygulamalarına dönük karşı devrimcilik eleştirileri kanımca havada kalmakta, doğal, kaçınılmaz zikzaklar çizmektedir tarihsel gelişim süreçleri.
Ne var ki, bu sefer de erken Cumhuriyet döneminde evveliyata da dayanan iç ve dış dinamiklerin değerlendirilmesi noktasında savrulma yaşamaktayız. İç dinamikler yukarıda vurguladığım üzere on yedinci asırdan itibaren seyreden met cezir manzaralarına bağlıdır. Dış dünyanın siyasi, ideolojik, felsefi kırılmaları da bir başka boyutu koyar önümüze. On dokuzuncu asrın ihtilalci siyasi yükseliş trendleri, materyalist, pozitivist cereyanları Osmanlı aydınlarını giderek hız alarak etkilemektedir. Devlet-i Ali’ye henüz sirayet etmediği muhakkaktır. Ne çare ki, eskiden kıyı olan yerleri giderek sular almasından farksızdır gelişmeler. Doğallıkla erken Cumhuriyete motamot bağlı olmayan bir erozyon hali peyda olmaktadır. Yirminci asrın ilk yarısı ise yerküre ölçeğinde dünya savaşları, totaliter rejimler, iktisadi kriz halleriyle de perçinlenen bir buhran çağıyla karşı karşıya bırakacaktır insanlık alemini. Bu, tanrıtanımaz sanat ve felsefe akımları dahilinde dominant düşünceye de yansıyacaktır.
Ya peki, İslam dünyası ne alemdedir? Bin yıl öncesinin anlı şanlı İslam medeniyeti asırlar öncesinde sırra kadem basmaktadır. Son devirlerin ve günümüzün dinsel toplumsal kültürel yapılanmaları ise ne yazık ki, psikolojik ve zihnî frekansını ve çapını bugünün İslam dünyasına borçludur. Batı karşısında o denli öykündüğümüz yitik maziye dayanmamaktadır duyuş, düşünüş tarzımız.
Sözün özü, gözü çıksın tek yanlılığın deme de dur şimdi. O da bir başka duygusal garabet halidir ya. Serin kanlılık ve sağduyudan şaşmamalıyız nihai noktada. Duygusallıktan uzak ne nereden gelmekte, nereye gitmekte? Pusulamız, rehberimiz bu aklı selim olmalı derim naçizane.
-DEVAM EDECEK-
L.T.